Sayfalar

10 Mart 2012 Cumartesi

Sayfa 7



1978... Biri 15, diğeri 17 yaşında  olan ağabeylerim devrimcilik oyunları oynuyor, ben de aralarında anlamlarını bilmediğim hayallerle bezeli şiirler ezberliyordum... 9 yaşında bir kız çocuğu için ancak bebeğine yatak olabilecek kalınlıkta kitaplar taşıyordum koltuğumun altında... Oyun gibi gelse de farkındaydım, eskiden kahkahalarla geçirilen yaz gecesi bahçe sohbetlerinin, ıssız bir fısıltıya dönüştüğünün... Uzun pazar kahvaltısı sofralarında okunan aşk şiirleri, anlatılan fıkra gibi hikayeler, yerini, parka yeşili solgunluğunda haberlere bırakmıştı... Bahçede yine güller açıyor, armut yine mevsimini şaşırmıyordu ama, lavanta eskisi gibi kokmuyordu sanki. Üzümler olgunlaşmadan, daha korukken çürüyüp dökülüyordu, beton verandanın üstüne... Hiç kimse adaletsiz bir ülkede yaşamak istemiyor, ama herkes neredeyse ortak bir amaç için kavga ediyordu. Aynı şeyleri farklı bir dilde konuştukları için anlaşamayan insanlardan ibaretti kasaba halkı. Sokaklar bile sağ ve sol olarak ikiye bölünmüştü... Bir sokakta, saçları ondülalı bir kadın, "ay şekerim söyle senin oğlanlara bari bizim duvara yazmasınlar, yeni boyattım ayol" derken, başka sokaktaki bir anne, oğlunun emanet getirdiği silahı bahçesine gömüyordu... Aşağı ve yukarı olmak üzere görünmez bir hatla ikiye bölünmüştü Gönen. Herkes kendi hayali sınırları içinde geziyor, alışveriş yapıyor, yaşam kavgasını o sınırlardan taşırmamaya özen gösteriyordu... Yoldaşlık, ülküdaşlık, arkadaşlık... Her mahallenin kendine göre geliştirdiği jargon, Gönen gibi küçük bir kasabanın önce dilini, sonra rengini değiştirmişti...
Yetişkin iki delikanlının akıbetinden korkan amcam, evimizi daha sık ziyaret etmeye, eve geciken ağabeylerimi sokağa bakan camda sigarasını tüttürerek bekleyen annemin yüz hatları, daha bir belirginleşmeye başlamıştı... Bense sık sık kesilen elektrikler yüzünden, annemin pencere önünde,  sigara ateşinin ışığında söylediği Müzeyyen Senar, Behiye Aksoy, Zeki Müren şarkılarını ezbere oturmuştum. Oysa henüz, saç fırçası elimde İlhan İrem şarkılarına play back yapacak yaşımdaydım...
Zaman, yaşları ve idealleri törpüleyedursun, büyük ağabeyim üniversitede istediği bölümü kazanamadığı için Gönen'de kalmış, küçük ağabeyim ise Bursa'da üniversiteye henüz başlamıştı.
Bir sabah sessiz bir sesle kapımız çaldı. Daha gün bile ağarmamışken ve üçümüz de uykudayken. Sabah namazı için kalkıp radyoyu açıp dinleyen, komşumuz Meliha teyze, üstüne alelacele geçirildiği belli olan hırkasının altındaki pazen geceliği, süt beyaz namaz başörtüsü altında pırıl pırıl ama bir kuşu ürkütmekten korkan endişeli bakışlarıyla kapımıza gelmişti... Hayırdır inşallah! diyerek açtı annem kapıyı... Fısır fısır birşeyler anlatıyordu anneme. Duyabildiğimiz sadece annemin, "hay allah, hay allah" dövünmeleriydi... Meliha teyze, aynı sessizlikte ama aynı ürkek telaşla evine geri dönerken o sabah namazının dualarını artık tahmin etmek hiç zor değildi... Çünkü onun da yetişkin 1 kızı ve 1 oğlu vardı...
Sonraki görüntüler, siyah beyaz televizyonumuzun tek kanalında, yeşil olduğunu tahmin ettiğimiz üniforması ve apoletleriyle bütün ekranı kaplayan  orta yaşlı adamın söylediklerinin arasındaki, Hasan Mutlucan türkülerinden ibaret...
Aynı görüntüler sürekli birbirini tekrarlıyor, ben ve ağabeyim dinleyip, dinleyip gülüyorduk. Gülüyor muyduk, yoksa ağabeyim ben korkmayayım diye beni mi güldürüyordu, ayırtedemiyorum şimdi.
Biz gülüşeduralım, annem çok daha meşkuldü! Ağabeylerimin okudukları, okudukça değiştikleri kitapları, arkadaşlık, kardeşlik, memleket sevdası şiirlerinin yazılı olduğu defterleri, bir ağızdan söyleyip coştukları şarkıların kayıtlı olduğu kasetleri ve hatta o kasetleri dinlediğimiz teybi, bahçedeki maşıngada yakıyordu... Geldiklerinde alacakları hiç birşey kalmamalıydı! Herşeyi yakıp yok etti. Bir tek şey hariç, oğlu...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder