Sayfalar

17 Mart 2012 Cumartesi

Sayfa 18

...O okulda beni en çok etkileyen sanırım müzik öğretmenimizdi. Elimde saç fırçası İlhan İrem şarkılarını sanki bir sahneden seyircilerime söyler gibi yaptığım yıllar çok geride kalmıştı ve ben aslında şarkı söyleyebildiğimi bile bilmiyordum. O, sadece bir öğretmen değil, gerçek bir müzisyendi. İsmi Fuat Niksarlı. Adını yıllığıma bakmadan hatırlayabildiğim tek öğretmen! Sınıfın en dip köşelerinden gelen detone sesi anında tespit edebilen, çok iyi keman, kanun ve piyano çalabilen, müfredat nedir tanımayan, sınav ve not takdiği herkesten farklı olan, çok esprili bir adamdı. Daha sonra üniversite yıllarımda para kazanmamı bile sağlayacak olan müzik altyapımı hazırlayan, kurduğu korolarda şarkı söyleterek ilk sahne deneyimimi yaşatan bir öğretmen... Kapıdan hızlı adımlarla girer, piyanonun başına oturur, adeta kendinden geçerek Türk marşını çalarak başlardı derse. Sonra içerideki kilitli odada titizlikle sakladığı müzik aletlerini tek tek çalarak iyi müziğe yontardı bizi. Müzik odasının baş köşesinde yer alan piyanoya dokunmamız elbette yasaktı. Ama teneffüs aralarında gizli gizli kapağını kaldırıp tuşlarına dokunmaya çalışmanın verdiği haz yıllarca parmaklarımdan gitmedi...
Bir taraftan onbir yaşımda, o zamanlar televizyonun fenomen dizisi Beyaz Gölge'den etkilenerek başladığım basketbola, okul takımında devam ediyor, bir yandan, Fuat Hocanın kurduğu, hem Türk Sanat müziği, hem de Çok Sesli Klasik Müzik korosunda şarkı söylüyordum. Hentbol takımında oynayan arkadaşımın maçlarında amigo olmak da faaliyetlerimden bir başkasıydı. Dedim ya, bir süre sonra, her taşın altından çıkan bir öğrenci olmuştum. Dersler de fena değildi hani. Arka sırayı paylaştığım canım arkadaşım Banu ile zaman zaman kapıldığımız gülme krizleri, arka arkaya oturduğumuz grup arkadaşlarımızla hazırladığımız kumpaslarla yarattığımız eğlenceler de başarımıza gölge düşürmüyordu. Hem haylaz hem başarılı olunabiliniyordu pekala...
Ama bütün bu enerji okul kapısından girince başlıyor, eve dönüş otobüsünde bitiyordu. Artık bir genç kız oluyordum ve daha fazla şeyi arzuluyordum. Daha fazla özgürlük...
Oysa annem, okul içindeki faaliyetlerim ve Gönen ve İstanbul arasındaki eğitim düzeyi farklılığından kaynaklanan, geri kaldığım matematik dersi için giittiğim kurs dışında, arkadaşlarımla hiç bir sosyal faaliyete katılmama izin vermiyordu... Okul dışındaki tüm sosyal hayatım annemin de tanıdığı insanlar arasında geçiyordu. İstanbul'a taşınırken "uymamı" kesinlikle yasakladığı teyzemin kızı ve arkadaşları da bu gruba dahildi. Çaresizce uydum...
Hepsi, sanki sadece biran önce ailesi ve onların çevresinden kurtulmaya çalışan kızlar ve onların erkek arkadaşlarıydı. Erkek arkadaş, sevgili, çıkmak gibi terimler, hayatıma dahil olmaya başlamıştı işte. Her ergen gibi ben da karşı cins münasebetlerini merakla dinliyor, konulara dahil olmak için, benim de bir sevgilim olması gerektiğini düşünüyordum. Çevremde görebildiğim tek aday, komşularımızdan birinin oğluydu... Mahalle arkadaşlarımızla lafladığımız, kıkırdaştığımız, teyzemin, incir ağacıyla gölgelenmiş, yola hizalı bahçesinde oturduğumuz bir akşamüstü ilk kez gördüm onu. Yaşı bizden büyük olduğu belli bir ciddiyetle geçiyordu sokaktan. Üstünde bir okula ait olduğu çok da anlaşılamayan takım elbisesi, eliyle belinin hizasında kavradığı kitaplarıyla, sağa sola hiç bakmadan öylece yürüyüp geçmişti önümüzden... Evinin bahçesine varıncaya kadar arkasından süzdüm onu. Yakışıklılığı, kıyafetine gösterdiği özen ve mahalleden kimseyle muhatap olmayışındaki kibir çok dikkat çekiciydi doğrusu... O günden sonra O'nunla göz göze gelebilmek için elimden ne geliyorsa yaptım. Bakkala gitse, bir bahane yaratıp ben de gidiyordum mesela. Ama ne yaptıysam bir türlü dikkatini çekmeyi başaramamıştım. Ta ki, birgün, mahallenin dört yol ağzındaki bir duvarda oturmuş çekirdek yiyip, gazoz içerken gülüştüğümüz bir sırada, ensemde yabancı bir solukla birlikte, "merhaba gençler" dediğini duyana kadar, ses tonunu bile bilmiyordum onun...



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder