Sayfalar

29 Mart 2012 Perşembe

Sayfa 22

... İşte vakit gelip çatmıştı. Artık lise ve ona bağımlı hayat bitiyor, kulağıma zaman zaman fısıldanan, "yakında üniversiteye başlayacaksın, özgür olacaksın" cümlesiyle vaad edilen günler yaklaşıyordu... Lise biterken tökezlediğim, hayatım boyunca hiç bir zaman ilgi duymadığım tek ders olan kimya yüzünden stresli bir kaç gün geçirmiş olsam da, ilk kez, kendi irademle aldığım kararın bilinmeyen sonuçları beni gerçekten heyecanlandırıyordu... Pek tabii olarak annem ve ailedeki herkes, İstanbul'da bir okulu kazanacağımı ve annemin dizinin dibinde, yine sabah dualarla uğurlanıp, akşam sevdiğim yemeklerle karşılannacağımı düşünüyordu. Oysa ben, biran önce kendime ait bir hayatı yakalamak üzere, tıpkı nereye gittiğini bilmeden binilmiş bir otobüste, camdan dışarıyı seyrederken gördüğü herşey karşısında hayretlere düşen bir yolcu gibi sadece gitmek istiyordum... Cesur ama cahil bir tavuk gibi çitten atlamayı istiyor ama çiftliğin etrafından çok da uzaklaşmayı göze alamıyordum. Sanki İstanbul dışında üniversitesi olan tek şehir orası imiş gibi, ağabeylerimin de mezun olduğu Bursa'ya gitmeyi şimdilik sadece hayal ediyordum... İlkokula başladığım ilk günden, liseden mezun olduğum son güne kadar hiç kimse, ne derslerime herhangi bir yardımda bulunmuş, ne de aldığım bir nota itiraz etmişti. Neredeyse kendi kendime okumuş, kendi kendime mezun olmuştum. Doğal olarak üniversite için önceden doldurduğum okul seçme listesine bakmak da, kimsenin aklına gelmemişti. Fakat bu listenin onbirinci sırasına Bursa Uludağ Üniversitesini yazdığımı itiraf ettiğimde, ev halkı büyük galeyana gelmiş ve zinhar şehir dışı bir okula gitmemem konusunda yoğun baskı altına almıştı beni. Özellikle küçük ağabeyim annem tarafından görevlendirildiği çok belli bir şekilde, şehir dışında yalnız bir hayatın zorlukları konusunda, kısa ve öz bir konuşma da yaptı benimle. Özetle "Yapamazsın" diyordu. Her zamanki gibi, söz dinleyen uysal bir kız çocuğu olarak, isteklerine boyun eğdiğimi hissettirmiştim onlara. Aslında o gün, sınavın başlamasını beklerken oturduğum okul sırasından dışarı baktığım ve içimin büyük bir gitme ateşiyle yandığı o ana kadar kendim de buna ikna olmuştum... Zaten mevcut bilgimle onbirinci sıraya gelene kadar yukarı sıralardaki herhangi bir İstanbul okuluna girmemem işten bile değildi. İşte başlıyorduk! Okunmuş pirinçlerim cebimde, suyum, şekerim, kalemlerim, silgim, velhasıl her türlü teçhizatımla, geleceğim için en dik yokuştan aşağıya salıvermek üzereydim kendimi. Sorular dağıtılmış, sınav başlamıştı. Bir bir soruları yaparken, annemin sınav tecrübesi edinmem için gönderdiği 15 günlük hızlandırılmış kursta öğretildiği gibi, bir yandan da puanlarımı hesap etmeyi ihmal etmiyordum. Puanım yeterli bir seviyeye gelince durdum, kalemimi bıraktım ve daha fazla soru işaretlemeden belki de verdiğim karardan dönebilirim korkusuyla sınav kağıdımı teslim ettim gözlemci hanıma. Yüzüne şöyle bir baktım. Sonra şüpheli bakışlarına emin bir göz kırpmasıyla karşılık verip, "seni de geçmişimde bırakıyorum" dercesine, hafifçe gülümseyerek onunla da vedalaştım. Sınav yerine gelmem için bana eşlik eden büyük ağabeyim ve nişanlısı, okulun bahçe duvarına oturmuş bekliyorlardı. Derin bir nefes alıp, yanlarına gittim. Ağabeyim beni o kadar erken beklemiyordu ki karşısında görünce telaşlanıp bir sorun mu var diye sorabildi kocama açtığı gözleriyle... "nasıl geçti?"
Bildik sükunetim yanıbaşımdaydı yine... "İyiydi, Bursa'ya gidiyorum"...

27 Mart 2012 Salı

Sayfa 21

... Gönende yaşadığımız yıllarda yaz tatillerini genellikle amcamın yazlığında geçirirdim. Yengemin bana pek iyi davrandığını hatırlamıyorum ama o zamanlarda kötü olmanın bile bir düsturu vardı sanırım. Aynı yaşta olduğumuz oğluyla aramıza daima bir mesafe koyar, ona gösterdiği özeni benden esirgerdi. Gerçi amcamın evde olduğu saatler bir başkaydı tabi. Halbuki gayet eğitimli, bilgili, bir o kadar da görgülü bir kadındı ama doğal olarak ben onun ölmüş kayınbiraderinin üstlerine yük görünen çocuklarından biriydim sadece... Hepimiz yengemin tavrının altında yatan sinsi telaşın farkındaydık ve buna göre hoşgörülü davranırdık ona... Yani yaz tatili denince Denizkent, yengem ve amcamın akşamları zorla içirdiği vitaminleri anımsarım hep... Yıllar içinde bu durumdan artık büyüyen ağabeylerim de sıkılmış olmalıydı ki, o yaz ailece Avşa Adası'nda tatil yapma kararı almıştık. Büyük ağabeyim ve arkadaşı kalacak yer ayarlamak için önceden gitmişler, bütün yaz boş durmamak için de çalışma kararı almışlardı. Arkadaşıyla birlikte çarçabuk açtıkları manava da benim adımı vermişlerdi. Sürekli o tatilin hayalini kuruyordum. Avşa hiç bilmediğim bir yer olduğundan kendimce olması gerektiği gibi kurguluyordum kafamda. Geniş bir kumsal, ılık bir deniz, tepede daima güneş ve renkli kıyafetleri içinde sahilde turlayan insanlar... Benim okulum kapanır kapanmaz tam 3 aylığına gidecektik adaya. Annem herşeyi hazırlamıştı. Teneke teneke yağlar, zeytinler, uzun süre dayanabilecek ne varsa alınıp depolanmıştı. Yola çıkmaya hazırdık neredeyse. İlk kez çekirdek ailemize ait bir tatil olacaktı bu. Annem gitmeden önce, büyükbabamı ziyaret etmek istedi. Nitekim anneannem İzmir'de yaşayan teyzeme gitmiş, büyükbabamı evde yalnız bırakmıştı. Anneannem tuhaf bir kadındı. Kendinden başkasını düşünmeyen, büyükbabamın torunlarına harçlık yapması için verdiği paralarla yeni elbiseler, eve eşyalar almayı tercih eden bencil biriydi. Çok varlıklı bir ailenin tek kızı olarak dünyaya gelmiş, kendisinin bile hatırlamadığı bir nedenle ailesini reddetmiş, devlet memuru olan büyükbabamla evlenip, yedi çocuk sahibi olunca yaşadığı hayata kendisini hiç ait hissetmemiş bir kadın...Bir kere bile bir torununu kucağına alıp okşadığı görülmemişti anneannemin. Sevgisiz bir o kadar da ilgisiz olan anneannem, sadece kendisini taşıdığı İzmir ziyaretine giderken yaşı epeyce ilerlemiş olan büyükbabamı arkasında tek başına bırakmaktan kaçınmamıştı işte... Annem evlerine vardığında açılmayan kapıdan şüphelenerek, konu komşuya sormuştu babasını. İki katlı bir binanın üst katında oturuyorlardı. Ali amcanın ışığı dün geceden beri yanıyor denmesiyle telaşlanan annem, hemen bir merdiven bulup dayamıştı arka bahçeye bakan açık pencerenin pervazına. İçeriye girdiğinde karşılaştığı, şişmiş, neredeyse kokmaya yüz tutmuş cansız beden, annem için hayatta güvendiği iki erkekten birini daha kaybetmek ve yetim kalmak, bizim için ise Avşa tatilinin bir başka yaza ertelenmesi demekti. O bir başka yaz bir daha hiç gelmedi... Üzerinden otuz sene geçmesine rağmen, ne Avşa'ya bir kez olsun gidebilmek, ne de ailece tatil yapmak mümkün olabildi...

26 Mart 2012 Pazartesi

Sayfa 20

... Annemin tavrı, hiç de ağabeyimin duygusal tepkisine eş değildi... O, kızının ana yoldan ayırılıp tali yoldan patikalara sapacağı, oradan da sonu uçuruma varan belirsiz kavşaklardan, sürülmemiş tarlalarda kaybolacağı telaşıyla, sorgu suale başlamıştı. Kimdi, neyin nesiydi? Nerden tanıyordum? "Beni nasıl ayartmıştı?"....
Elbette, onu kendim ayarlamış olduğumu asla itiraf etmedim. Hatta, elime verilmiş bu fırsatı iyi değerlendirip, peşimden onun koştuğu hikayesini bile yazdım!
Çok utanıyorum! İnsan ilk aşkı için kendini, annesinin ağzından çıkan alevlere atamıyorsa, bir daha hiç atamayacak demektir... İşte ilk vicdan azabım!
Annem soluğu derhal, onların evinde aldı. Arkasından koşturup, köşede olanları izlemeye koyuldum. Kapılarını çaldı ve annesi olduğunu bildiğim hanıma birşeyler söyledi. Konuşmaları duyamıyordum ama giriş kapılarını kaplayan sarmaşığın dalları arasında annesinin utanmış yüzünü seçebiliyordum... O utandıkça ben kızarıyordum sanki... Eve geri dönerken, sakin ve görevini yapmış anne edasıyla  mırıldanırken anlattığına göre annem, eski insanlara has bir nezaketle annesine, oğlunun kızının peşini bırakması konusunda telkinler vermişti. "Benim kızım henüz 15 yaşında, okuyacak o, bu işler için henüz çok küçük" gibi şeylerdi bunlar. Bir sonraki gün ona verdiğim mektup, neredeyse annemin ağızıyla yazılmış gibiydi...
Bir daha hiç buluşmadık. Hatta gördüğümüz yerde yollarımızı değiştirdik. Mesela şimdi onunla karşılaşmak ve tıpkı bu yazıda yaptığım gibi günah çıkarmak isterdim doğrusu...
Bu konu evimizde bir daha hiç konuşulmadı. Annemin gözü üzerimdeydi. Ama böyle olunca bilirsiniz, herşey daha bir cezbedici hal alıyor. Lise ikinci sınıftaydım. Sadece yasak olduğu için okulu kırdım bir gün! Yapacak hiçbir şey bulamamıştık. Üsküdar'da bir o tarafa bir bu tarafa yürüyüp, zaman öldürüyorduk ki, karşı kaldırımda annemle göz göze geldik. Arkadaşlarım ve ben olduğumuz yerde çakılıp kalmıştık. Annem, yeni bir hayal kırıklığı ile üç adımda geçti bizim olduğumuz tarafa. Napıyorsun? diye sorabildi, soğuktan ve kızgınlıktan büzüşmüş dudaklarıyla. "Hiç, arkadaşlarımla dolaşıyorduk" gibi mesnetsiz bir cevap yeterli gelmedi elbette, okul saatinde sokakta yakalandığım anneme... "Arkadaş" ne demek, en iyi o bilirdi. Arkadaş, insanı yasak şeyler yapmaya değil, iyiliğe sevk eden kişi demekti. Bu durumda yanımdakilere arkadaşım dememe içerlemiş olmalıydı ki, önemsiz bir nesneyi, hatta bir paçavrayı işaret edercesine, başıyla yanımdakileri göstererek "arkadaşım dediklerin, bunlar mı?" dedi... Yine çok utanmıştım. Annemin peşi sıra otobüs durağına doğru yüyürken, bir daha asla böyle bir şey olmayacağına söz verdiysem de, tutamadım... Ertesi yıl, artık mezuniyete pek az bir zaman kalmışken, bu kez gerçek bir nedenle okulu bir kez daha kırdım... Annem ne kadar onaylamasa da ben, arkadaşlarımı seviyordum. Onlarla okul dışında birşeyler yapmanın özlemi içimi kavuruyordu. On yedi yaşımdaydım ve annem, o yıllarda ortalığı kasıp kavuran Rocky efsanesinin bizim yaşımızdakilerde yarattığı etkiyi bilemezdi. Beşiktaşlı Metin'e olan hayranlığım dışında, genç kızlığa özgü bir davranış ipucu yoktu elinde. Sadece derslerimi ve bir süre sonra gireceğim üniversite sınavını düşünmekten başka ne işim olabilirdi ki benim. Bu yüzden ev işlerinde bile yardım talep etmezdi benden. Mezun olduğumda yumurta haşlamayı bile bilmiyordum bu yüzden... Rocky 4 filmini arkadaşlarımla kaçak göçek seyredip çıkmayı başarmıştık ama, annemin haberdar olmamasını yine sağlayamamıştım. Yaptığım hiç bir şey annem yüzünden sır olarak kalamıyordu...

20 Mart 2012 Salı

Sayfa 19

...Bütün arkadaşlarımın abi dediği ilk aşkım, Kadıköy'de bir teknik lisenin son sınıfında okuyormuş. Her sabah okulumun olduğu semte giden otobüse binmek için çıktığım yokuşu tırmanırken, beni görüyormuş. Kaç kez bana adımla seslenmek istemiş ama, mahalleden görenler yanlış anlar diye yapamamış. Ama artık dayanamamış... Bunları bana yine aynı yokuşu ertesi sabah birlikte tırmanırken anlattı... Kızarmış, bir şey diyememiştim. Akşamüstü okul dönüşünde beni bekleyeceği köşeyi işaret ederek, geç kalma dedi...
Ondan sonraki her sabah, sokaklarımızın kesiştiği köşede buluşuyor, birbirimize geceden yazdığımız mektuplarımızı veriyor, sonra da arkamızı dönerek ters istikamette giden otobüslerimize biniyorduk... İlk duraktan son durağa kadar, kaç kez okuduğumu hatırlamadığım, ama neredeyse ezberlediğim mektupları, özenle katlayıp, en kalın kitabım olan PSSC Fiziğinin arasında saklıyordum. Bunlar benim karşı cinsle olan ilk yakın temasımdı... Çok kıymetliydi... Akşam üstü yine aynı köşede buluşup, yavaş ama çevreden görmeleri ihtimaline karşı ürkek adımlarla, yan yana yürüyerek uzun sohbetler ederdik. Hiç bitmesini istemediğim dakikalar sonunda, "eyvah eve geç kaldım" paniğim, doğru dürüst bir vedaya mahal bırakmazdı... Bu eve geç kalma korkusu, taaa dokuz yaşımdan beri yerleşmiş bir telaştır bende. Küçük yerlerde eve giriş saati olan akşam ezanını, arkadaşımın evinde oynarken duymadığım için, annemden yediğim tokadın, yanağımdaki izidir belki de...
Yine böyle bir akşamüstü eve gerçekten çok ama çok geç kalmışım. Kalmışım diyorum, çünkü saatin hiç farkında değildim. Annem, önce okulu aramış, saatler önce çıktığımı öğrenip, böyle bir nedeni asla tahmin edemeyeceği için, kaza, kaçırılma gibi felaketler ihtimalinin verdiği hezeyanla yollara düşmüştü... Saati farkedip eve dönerken duyduğum korku mu, yoksa, kapıyı açan annemin merak, yorgunluk, öfke karışımı yüzü mü beni bu kadar bitkin düşürmüştü ayırt etmem mümkün değil. İşte ilk yalanımı söylemeye hazırdım. Ama o kadar yorgundum ki... Yalanın ipucu da tam buradaydı... Uzun süren bir basketbol antrenmanı, gerçeğe en yakın yalanım oldu... Cep telefonlarının icat edilmediği dönemler, aynı zamanda ikna olmaya müptela olduğumuz yıllarmış meğer... Annem kolayca inanmış, başıma bir şey gelmemiş olmasının sevinciyle, unutuvermişti sorması gereken diğer detayları. İlk vartayı böylece atlatmıştım. Ta ki, düzen tutkunu büyük ağabeyimin, dağınık duran dolabımı görünce gösterdiği, olağandışı öfkeli tepkisine kadar...
Küçük ağabeyim, Bursa'dan ziyarete gelmiş, salondaki kanepede yemekten sonra eline aldığı sazını tıngırdatıyordu. Hepimiz salondaydık. Büyük ağabeyim heyecanla anneme bir şeyler anlatıyor, içeriden açık televizyonun sesi geliyordu. Her şeyin normal göründüğü bir anda, bir şey almak için, kapağı oturduğumuz alana bakan kitap dolabımı açtım... Açmamla ağabeyimin, annemle konuşmayı bırakıp, hışımla yerinden zıpladığını ve "ne bu dağınıklık, senin gibi bir genç kıza yakışıyor mu?" diye haykırmaya başladığını gördüm. Şaşkındım, onu hiç bu kadar sinirli görmemiştim. "Şu hale bak, derhal düzelt burayı" diyerek bağırıyordu. "Abi yapma" dememe fırsat kalmadan, elini bütün kitaplarımı kavrayacak şekilde dolabıma soktu ve hepsini birden fırlatıp yere attı. Salonu boydan boya kaplayan, annemin her hafta çamaşır sularıyla yıkadığı için sakız gibi saçaklarına basmamızın yasak olduğu, pek kıymetli el dokuması halımızın orta yerine saçılmıştı herşey. Dolapta ne varsa! Kitaplar, defterler, kalemler ve bir takım renkli kağıtlara yazılmış mektuplar...
O an, zaman durdu, sesler durdu herkes durdu. Bir tek küçük ağabeyim saz çalmaya devam etti...
Ağabeyim yavaş hareketlerle yere eğildi ve mektuplardan birine uzandı. Hemen anlamıştı. Çünkü kendisi de bir zamanlar aşk mektupları yazan bir adamdı... Ne bunlar diye sormadı bile. Sadece sessizce, kim bu? diyebildi... Benim gevelemeye çalıştıklarımı bile dinlemeden,  arkasını dönüp odasına gitti... Az önceki öfke fırtınasına tutulmuş adamdan eser kalmamıştı, ağlıyordu... Hayır, kızmamıştı, aksine üzgün görünüyordu... Yanına gittik annemle. Sanırım annem, "ben sana sonra soracağım" diyordu içinden...
Ağabeyim bir taraftan ağlıyor bir taraftan, "ben senin abinim, sen böyle bir şey yaşıyorsun da neden benim haberim yok" diyerek sitem ediyordu bana... Az önce öfkesine şaşırdığım ağabeyim, beni o duygudan bu duyguya savuruyordu... Ben mi onu tanımıyordum, o mu değişiyordu? Özür dilemekten başka çarem yoktu. Nitekim ona bir söz verdim ve bu yaşıma kadar da bu sözümü tuttum. Artık herşeyden haberi olacaktı. Anlamıştım, ağabeyim babamız olmak istiyordu!...

17 Mart 2012 Cumartesi

Sayfa 18

...O okulda beni en çok etkileyen sanırım müzik öğretmenimizdi. Elimde saç fırçası İlhan İrem şarkılarını sanki bir sahneden seyircilerime söyler gibi yaptığım yıllar çok geride kalmıştı ve ben aslında şarkı söyleyebildiğimi bile bilmiyordum. O, sadece bir öğretmen değil, gerçek bir müzisyendi. İsmi Fuat Niksarlı. Adını yıllığıma bakmadan hatırlayabildiğim tek öğretmen! Sınıfın en dip köşelerinden gelen detone sesi anında tespit edebilen, çok iyi keman, kanun ve piyano çalabilen, müfredat nedir tanımayan, sınav ve not takdiği herkesten farklı olan, çok esprili bir adamdı. Daha sonra üniversite yıllarımda para kazanmamı bile sağlayacak olan müzik altyapımı hazırlayan, kurduğu korolarda şarkı söyleterek ilk sahne deneyimimi yaşatan bir öğretmen... Kapıdan hızlı adımlarla girer, piyanonun başına oturur, adeta kendinden geçerek Türk marşını çalarak başlardı derse. Sonra içerideki kilitli odada titizlikle sakladığı müzik aletlerini tek tek çalarak iyi müziğe yontardı bizi. Müzik odasının baş köşesinde yer alan piyanoya dokunmamız elbette yasaktı. Ama teneffüs aralarında gizli gizli kapağını kaldırıp tuşlarına dokunmaya çalışmanın verdiği haz yıllarca parmaklarımdan gitmedi...
Bir taraftan onbir yaşımda, o zamanlar televizyonun fenomen dizisi Beyaz Gölge'den etkilenerek başladığım basketbola, okul takımında devam ediyor, bir yandan, Fuat Hocanın kurduğu, hem Türk Sanat müziği, hem de Çok Sesli Klasik Müzik korosunda şarkı söylüyordum. Hentbol takımında oynayan arkadaşımın maçlarında amigo olmak da faaliyetlerimden bir başkasıydı. Dedim ya, bir süre sonra, her taşın altından çıkan bir öğrenci olmuştum. Dersler de fena değildi hani. Arka sırayı paylaştığım canım arkadaşım Banu ile zaman zaman kapıldığımız gülme krizleri, arka arkaya oturduğumuz grup arkadaşlarımızla hazırladığımız kumpaslarla yarattığımız eğlenceler de başarımıza gölge düşürmüyordu. Hem haylaz hem başarılı olunabiliniyordu pekala...
Ama bütün bu enerji okul kapısından girince başlıyor, eve dönüş otobüsünde bitiyordu. Artık bir genç kız oluyordum ve daha fazla şeyi arzuluyordum. Daha fazla özgürlük...
Oysa annem, okul içindeki faaliyetlerim ve Gönen ve İstanbul arasındaki eğitim düzeyi farklılığından kaynaklanan, geri kaldığım matematik dersi için giittiğim kurs dışında, arkadaşlarımla hiç bir sosyal faaliyete katılmama izin vermiyordu... Okul dışındaki tüm sosyal hayatım annemin de tanıdığı insanlar arasında geçiyordu. İstanbul'a taşınırken "uymamı" kesinlikle yasakladığı teyzemin kızı ve arkadaşları da bu gruba dahildi. Çaresizce uydum...
Hepsi, sanki sadece biran önce ailesi ve onların çevresinden kurtulmaya çalışan kızlar ve onların erkek arkadaşlarıydı. Erkek arkadaş, sevgili, çıkmak gibi terimler, hayatıma dahil olmaya başlamıştı işte. Her ergen gibi ben da karşı cins münasebetlerini merakla dinliyor, konulara dahil olmak için, benim de bir sevgilim olması gerektiğini düşünüyordum. Çevremde görebildiğim tek aday, komşularımızdan birinin oğluydu... Mahalle arkadaşlarımızla lafladığımız, kıkırdaştığımız, teyzemin, incir ağacıyla gölgelenmiş, yola hizalı bahçesinde oturduğumuz bir akşamüstü ilk kez gördüm onu. Yaşı bizden büyük olduğu belli bir ciddiyetle geçiyordu sokaktan. Üstünde bir okula ait olduğu çok da anlaşılamayan takım elbisesi, eliyle belinin hizasında kavradığı kitaplarıyla, sağa sola hiç bakmadan öylece yürüyüp geçmişti önümüzden... Evinin bahçesine varıncaya kadar arkasından süzdüm onu. Yakışıklılığı, kıyafetine gösterdiği özen ve mahalleden kimseyle muhatap olmayışındaki kibir çok dikkat çekiciydi doğrusu... O günden sonra O'nunla göz göze gelebilmek için elimden ne geliyorsa yaptım. Bakkala gitse, bir bahane yaratıp ben de gidiyordum mesela. Ama ne yaptıysam bir türlü dikkatini çekmeyi başaramamıştım. Ta ki, birgün, mahallenin dört yol ağzındaki bir duvarda oturmuş çekirdek yiyip, gazoz içerken gülüştüğümüz bir sırada, ensemde yabancı bir solukla birlikte, "merhaba gençler" dediğini duyana kadar, ses tonunu bile bilmiyordum onun...



Sayfa 17

... İstanbul'da ilk yazımızı bana okul arayışı içinde geçirdik. Amcam "sayesinde" Almanca okumak zorunda olduğum orta okul yıllarım çok parlak geçmişti. Okul dördüncüsü ünvanımın yanısıra, şahsıma düzenlenmiş bir takım başarı belgeleri koltuğumuzun altında tüm çevre okullara başvurduysak da, bir türlü beni kaydedecek bir okul bulamadık! Semt ve adres kavramına alışmamız gerekiyordu.  Her semt kendi adresine kayıtlı çocukları okutma zorunluluğu, yaşadığımız yerdeki okulların Almanca eğitim vermiyor oluşu, üstelik kayıt tarihlerinin son bulmasına az bir zaman kalışı, annemi oldukça endişelendirmişti... Nihayet bir gün, elinde dosyam, yüzünde çaresizliğin verdiği yorgunluk ve halledilememiş bir işin sıkıntısıyla yürüyen annem, yolda bir tanıdığına rast gelmişti. O tanıdığın eşliğindeki öğretmen arkadaşıydı işte hızır! Sonradan annemin iyi ahbap olacağı bu kişinin vasıtasıyla kaydım, kayıtların bitimine üç gün kala Üsküdar Kız Lisesi'ne yaptırılabilmişti. Ama ne tesadüf! Yıllar önce burnum kanadığı için çıkmak zorunda kaldığım parasız yatılı okulu sınavlarında eğer kazansaydım okuyacağım okulun öğrencisiydim artık... Gönende okuduğum okullarda çocukların hepsi, aynı kasabanın, birbirine yakın evlerinde hemen hemen aynı şartlarda yaşayan, aynı çarşıdan alışveriş eden, aynı sinemaya giden, çamaşırları gerçekten aynı güneşin altında kuruyan, annelerinin birbirini tanıdığı, bildik kasabalıydı işte. Yani aslında herkes birbirine bir şekilde benziyordu.
Ama bu okul farklıydı. Birbirinden hem statü, hem yaşam koşulları, hem muhit, hem de tip olarak bu kadar farklı insanları tanıdığım ilk yerdi burası. Okula başladığım ilk gün, işte bu farklılığın içinden sıyrılıp çıkmak gerektiğini farkettim.
Her dersin öğretmeni öğrencilerini tek tek tanımak istiyordu. Bana sıra gelince, gururla ayağa kalkar ve şöyle derdim: "Adım şu, Balıkesir'in Gönen ilçesinden geldim." Bu cümle 3 yıl boyunca formama yapışmış olmasına, hatta yıllığımda bile yer almasına rağmen, kasabalı olma ezikliğini hiç bir zaman yaşamadım.
Özellikle edebiyata olan ilgim, aileden kazandığım okuma alışkanlığım, ansiklopedik bilgilere olan merakım, sınıfta bir yıldız gibi parlamama neden oluyordu. Sorulan her tuhaf sorunun bende mutlaka bir yanıtı vardı. O çekingen, içine kapanık çocuk gitmiş, yerine her taşın altından çıkan bir deli-kanlı genç kız gelmişti...
O yıla kadar ağabeyimin "mıyık" dediği bana, birşeyler oldu! Sanki sihirli bir değnek değdi ve dilim, beynim, vücudumda onca yıl biriktirdiğim enerji birden bire ortaya çıktı...
Boyum yüzünden en arkada oturuyor olsam da, ben konuşurken herkesin arkasına dönerek bakmak zorunda kalışından gizli bir mutluluk duyar oldum. Bu yüzden bazen hiç bir fikrim olmasa bile, konuşmak için el kaldırdığımı hatırlıyorum...
Kısa sürede bir grubum olmuştu. Hepsini hala özlemle hatırladığım altı kişilik bir grup. Artık herşeyi birlike yapıyorduk. Tamamı kız çocuğu olan bu grupta öğrendim, kızlara dair bilmediğimi farkettiğim bir sürü şeyi. Ama bilmediğimi hiç farkettirmeden...

15 Mart 2012 Perşembe

Sayfa 16

...Şimdi yetmişüç yaşında olan annem, 30 sene önce kapıcısından, özel hiç bir istekte bulunmadığı gibi, bugün, artık çok yaşlanan bacaklarına rağmen, kar demeden, yağmur demeden yürümeyi göze alıp, yine hiç bir talepte bulunmadan sürdürüyor hayatını...
Hatırlıyorum, Gönen'in kenar mahallelerinde yaşayan ailelerin, kocası sürekli cezaevinde olan kadınlarından biri vardı. Zaman zaman, halı yıkamak gibi annemin bazı işlerine yardımcı olmak için bize gelirdi. İsmi Cazibeydi... İsminin tam aksine, uzun boyu, bacaklarının taşımakta güçlük çektiği yürüyüşünden belli olan iri vücudu, bunun tam tersi küçücük, o vücuda sonradan alalade kondurulmuş gibi duran başına, şöyle bir doladığı rengarenk eşarpları, yaz kış giydiği çiçekli şalvarı ve lastik pabuçlarıyla, şen şakrak esmer vatandaşımızdı bizim o. Gönen'de "çingene" kelimesi çok ayıp karşılanan ve asla kullanılmayan bir sıfattır. Çok küçük yaşlarından itibaren içinde oldukları müziğe, her birinin ayrı bir kabiliyeti olan, bahçe çapalamadan, badana boyaya, mahalle düğünlerinde çalgı çalıp, çengi olmaya kadar, her türlü işe koşulan esmer vatandaşlardı onlar... Annemin deyişine göre, çok da temiz insanlardı... Gönen'in meşhur kaplıca banyolarına her hafta gittiğimizde, mutlaka onlara da rastlamak mümkündü... Anneme göre temizlik, her hafta banyoya gelmelerinin yanısıra, çalıp çırpmayan, hak yemeyen, demekle de eş anlamlıdır.
Evet, Cazibe Hanım bize yardıma gelirdi ama, kelimenin tam anlamıyla yardım! Yani, annem bir kenarda oturup kadının işini yapmasını seyredemez, mutlaka birlikte kotarırlardı ne yapılacaksa... Tıpkı şimdi olduğu gibi. Standart manzara şöyle; temizlik için çağırılan kadın kahvaltısını edip, kahvesini yudumlayadursun, yetmiş küsür yaşındaki annem, elinde toz bezi tozları alıyor. Napıyorsun diye sormayın, alacağınız cevap belli: "Aaaa olur mu, her işi kadıncağız nasıl yapsın, yardım etmek lazım, ayıp!" Kırk senedir, aynı hamam, aynı tas! Eminim bu manzara pek çoğumuz için yabancı değildir.
İşte Cazibe Hanım, bize ne zaman bir iş için gelse, annem onu eli kolu dolu geri gönderirdi... Artık evde onun işine yarayacak ne bulursa. Yine öyle bir gündü...
Cazibe hanım işini bitirmiş, kocaman kalçasını gizleyemeyen çiçekli şalvarını savura savura mahallemizden ayrılıyordu. Kaldırıma oturmuş, sırtına yük yaptığı bohçası ve annemin verdiği ıvır zıvırla gidişini izliyordum. Köşeyi dönüp kayboluşunun üstünden henüz iki saat geçmişti ki, acı haberi taa bizim mahalleye kadar ulaştı... Cazibe Hanımın heybetli vücudu, beş kurşunla serilebilmişti yere. Cesedinin yanısıra dağılmış ıvır zıvır eşyasıyla...Sebep, kan davası!
Acısı koca bir kaya gibi oturmuştu evimize. Kan davası O'nu hayatımızdan söküp attı ama, birer yaş aralıklı üç küçük çocuğunun boylu boyunca çamura yatmış annelerinin cansız bedenine sarılıp ağladıkları hayalini, çocuk aklımdan bir türlü çıkarıp atamadım...

13 Mart 2012 Salı

Sayfa 15

İstanbul gerçekten çok büyüktü… Ziyaret amaçlı geldiğimiz birkaç seferde bunu farketmemiş olmam da ilginçti hani! Ben şimdi yolumu kaybetmeden okula nasıl gidip gelecektim? En büyük korkum bu olmuştu. Ya otobüslerin numaralarını birbirine karıştırırsam? Ya evin yolunu bulamazsam? Okula gitmek için , uzunca bir yolu yürüyerek geçtikten sonra çıktığım ana caddeden,  otobüse binmek zorundaydım çünkü… Ondört yaşındaki bir kız çocuğu için İstanbul bundan daha büyük tehlikeler barındırıyordu elbette … Ama annemin koruyucu ve kollayıcı baskısı, hayatıma öyle bir duvar örmüştü ki, bana hiçbir tehlikenin yaklaşması mümkün değildi sanki… Okul arkadaşlarımla bırakın sinemaya, müzeye bile gitmek annem için olası bir tehlikye yaklaşmam demek oluyordu ki, bunlara liseyi bitirene kadar neredeyse hiç izin vermedi.  Zaten gizli gizli sınırı biraz aşmayı ne zaman denesem, mutlaka ona yakalanırdım… Liseyi bitirene kadar sadece iki kere okulu kırmayı denesem de, ikisinde de anneme yakalanma talihsizliğini yaşadım… Gönenden ayrılmadan önce benden aldığı söz ve verdiği bütün talimatlar aklımdaydı ama, eh ben de büyüyordum artık. Kanım kaynıyor, meraklarım artıyordu. Ergenlik yaşlarının kimi zaman hırçın, kimi zaman romantik rüzgarları benim başımda da esecekti er ya da geç… Neyseki, “geçici” bir süre için burdaydık…  İlk üç yılımızı, hep evimize, Bandırma’ya geri dönüş hayaline inanarak geçirdik …  Ben anlamıştım, ağabeyim zaten buralı olmuştu bile. Oysa annemin, içinde oturmanın hiç mümkün olamadığı Bandırmadaki evine bir daha hiç dönemeyeceğini ve  İstanbul adlı çukurdan bir daha asla çıkamayacağını anlaması tam onsekiz yılını aldı… Onsekiz yıl kiracısı olduğumuz bu ev, aslında ağabeyimin bekar oturacağı hesaba katılarak tutulmuş bir evdi. O bakımdan çok da özenli bir ev sayılmazdı. Hatta, Bandırmadaki evimiz için alınmış yepyeni eşyalar bu evde biraz sırıtıyor gibiydi de… Geniş bir salonu olmasına rağmen, iki odalı oluşunun faturasını yine evin küçüğü olarak ben ödemek zorundaydım… 14 yaşımdaydım ve hala kendime ait bir odam olamamıştı… Virginia Woolf’un “Kendine Ait Bir Oda” adlı kitabını kitapçıda görür görmez sarılışım, ağabeyimin İstanbul’da tanıştığı ilk kızla evlenmek isteyişini, canı gönülden destekleyişim, biraz da bundandı… Koşuyolu’nun parmakla sayılacak kadar az olan sitelerinden birindeydi evimiz. Henüz alışveriş merkezlerinin, konak adı verilen lüks konutların yapılmadığı, bir banka şubesi, bir tüpçü, bir pastane, bir postaneden ibaret  küçük bir çarşısı vardı. O zamanlar etrafı yeşil arazilerle çevrili, iki katlı müstakil evlerinde emekli hayatlarının sürüldüğü sakin bir yerdi Koşuyolu… Şimdi milyon dolarlara satılan o iki katlı müstakil evlere dönüp bakmazdık bile. Zaten öyle bir yerden kurtulup gelmemiş miydik? Apartmanda oturma hayali tüm çocukluğumuzun düşü değil miydi? Üstelik artık ekmek almak için annemin baygınlık geçirmesine de gerek yoktu. Artık bir kapıcımız vardı…              

10 Mart 2012 Cumartesi

Sayfa 14



...Hep meraklı bir çocuk oldum. Çok az konuşur, bolca dinler ve okurdum... Okumak aileden gelen bir alışkanlıktı... Evimizin her zaman bir kütüphanesi olagelmişti. Babamın maaşı ve sosyal güvencesinin dışında bıraktığı tek mirastı kütüphane... Hayat Ansiklopedisini anımsayanlar ne değerli bir hazine olduğunu bilirler. Roman, hikaye, gazete ne bulursam okurdum ama en çok da ansiklopedi.
Belki eprimiş sarı sayfalarını çevirirken içime çektiğim kokusunu sevdiğim, belki de bir zamanlar babamın, tek tek fasiküllerini biriktirip, bordo üzerine altın yaldızlı ciltlettirdiği, kısaca, O dokunmuş olduğu için, gözüme kutsal bir esermiş gibi göründüğü için...
Babama ait eşyalar, fotoğraflar göz önünde durmazdı pek. Annemin hatırlamamak, hatırlatmamak için ortadan kaldırdığını bilirdik. İstanbul'a taşınmamız esnasında meydana çıktı pek çok kişisel eşyası. Kaytan bıyıklarıyla hepsi birbirine benzeyen çalışma arkadaşlarıyla, saat kulesi önünde çekilmiş bir fotoğrafı, deri kayışlı Omega marka saati, muhtar çakmağı diye adlandırılan taşlı çakmağı -ki hala yanıyordu- ve annemle evlilik cüzdanları...
Babam ve anıları yavaş yavaş gün yüzüne çıkıyordu. Genellikle içki içilen yılbaşı gibi özel geceler, O'na ait anıların anlatılmasının getirdiği gözyaşı ve hüzünle son bulurdu... Daha önce söylediğim gibi, büyük ağabeyim çok duygusal bir adamdı. Babamı da en büyük olarak en çok o hatırlardı. Biraz çakırkeyf olunca, başlardı anlatmaya. Bir yandan anlatır, bir yandan neredeyse hüngür hüngür ağlardı. Ben o zamanlar henüz değil ama, ağabeyim bilirdi, babam yaşasaydı, bambaşka bir hayatımızın olacağını... Annem ise, "amaaaan, bırakın şimdi bunları, sen sabah nasıl kalkacaksın?" diye çıkışarak dağıtırdı bu hüzün bulutlarını...
Küçük ağabeyim daha beş yaşımdayken bana mıyık lakabını takmıştı. Hiç konuşmadığım, sorulmazsa cevap vermediğim için, bir de oyuncaksız, hayali oyunlar oynadığım için olsa gerek... Halbuki ben anlatılanlara açtım, dinlemekti bütün yaptığım. Elbette bunun analizini şimdi yapabiliyorum. Hiç hatırlamadığım, hatırladıklarımı da tamamen uydurduğumu bildiğim bir adamdı babam... Dinlemek O'nu yanıma getiriyor, olmayan anılarımı varmış gibi yapıyordu... Hep bu soruyu sordum yıllarca kendi kendime ve samimimyetine inandığım insanlara. Babayı, birikmiş anılarıyla mı kaybetmek daha iyi, yoksa, hiç hatırlamamak mı?...



Sayfa 13



... İstikamet İstanbul! Büyük ağabeyim için eniştem tarafından İstanbul' da ayarlanan iş, hiç kimsenin rededemeyeceği kadar iyi bir işti başlangıç için. Üstelik İstanbul o kadar da yabancı bir memleket değildi. Yazları Gönen'de yaşayan en küçük halam, eşi çok büyük bir bankanın o zamanki söylenişiyle umum müdürü olan ortanca halam, ünlü bir gazetecinin babasıyla ikinci evliliğini yapmış olan büyük halam, ve annemin beş kız kardeşinden ikisi olan teyzelerim, zaten İstanbul'da yaşıyordu...
Ağabeyim geçici olarak teyzelerimden birinin yanında kalmaya devam ederken, annem de halamın yardımıyla ona bir ev tutmak için İstanbul'a gitti. 13 yaşımı henüz bitirdiğim yıldı. Bandırmadaki evimize yerleşmek için annemin dönüşünü bekliyordum. Çok heyecanlıydım. Yeni bir kent, yeni bir ev, yeni eşyalar, yeni bir okul, deniz kenarındaki çay bahçelerinin ışıltısı ve kaloriferli bir oda, sadece eşyalarımı dolabıma yerleştirmemi bekliyordu. Annem bir kaç gün sonra geri döndüğünde, henüz üstünü bile çıkarmadan, tek odalı evimizin salonuna geçip, turuncu çizgili, ince ayaklı koltuğa oturdu... "Geç bakalım şöyle" deyip, karşısına aldı beni... O zamana kadarki benimle, ilk ciddi konuşmasını yapmaya hazırlanıyordu. Uzun uzun, halamın ve teyzemin, ağabeyim yaşındaki bir delikanlıyı İstanbul'da yalnız bırakmaması konusunda, kendisini nasıl ikna ettiklerini, böyle olursa benim için de daha iyi bir eğitimin söz konusu olabileceğini, evimiz nasıl olsa burda, onu evlendirene, benim eğitim hayatımı bitirene kadar sabretmemiz gerektiğini, dilersek sonra evimize geri dönebileceğimizi, bu 'geçici' sürede ikamet edebilmemiz için küçük ama, kaloriferli bir ev tuttuğunu ve haftaya taşınmamız gerektiğini anlattı. Ve şöyle devam etti... "Bana bir söz vermeni istiyorum"!!!
Kaşlarını istem dışı çatmış, hayatımın en büyük nasihatını dinlemem gerekiyormuş gibi, yüzüme büyük bir ciddiyetle baktı. İstanbul büyük, çok büyük bir şehirdi. Dev bir canavar, tsunamiye kapılmış okyanus gibi, insanı içine çeken girdapları vardı. Adamı yutabilirdi. Zaman zaman gezmeye gittiğimizden farklı bir durum söz konusuydu. Artık 'geçici' de olsa, hem oraya ve şartlarına uyum sağlayacak, hem de büyüsüne kapılmadan edebimizle yaşayacaktık. Benden iki yaş büyük, okumaya çok da niyeti olmayan, teyzemin kızına uymamak gerekiyordu. Sadece okuluma derslerime odaklanacaktım. Gözümü yalnız bana faydası olan şeyler için ya da kendimi korumak için açık tutacaktım.
Kendimi İstanbul'da kaybetmeyecektim...
Bu uzun konuşmanın ardından ne hissedeceğimi bilemedim. Annemin nasihatlarından, tembihlerinden ve benden aldığı sözden sonra, tedirgin olmuştum. Sevinmeli miydim, üzülmeli miydim bilemedim. Ama oldukça korktuğumu hatırlıyorum... Atacağım en küçük bir yanlış adımda, kuyunun dibini boylayacağımı hissettirmişti bu konuşma bana...
Üzerinden tam otuz yıl geçti. Geriye dönüp baktığımda, eğer  o kuyunun dibini, avucumdaki çizgiler kadar iyi tanımıyor olsaydım, şimdi oturmuş bunları kaleme alacak cesareti de kendimde bulamazdım... Düşmemek için istediğiniz kadar tutunun, eğer sobanın sıcak mı, soğuk mu olduğunu dokunmadan anlayamıyorsanız, gün gelip birilerinin sizi kuyunun içine itmesi kaçınılmaz oluyormuş...

Sayfa 12



...Gönen' de yaşadığımız, o yıllarda bir ucundan diğer ucuna kadar bisikletle gidebilmek için, her iki başta düşmeyi göze aldığım, ama aradaki mesafede rüzgarı yüzümde hissetmekten müthiş keyif aldığım için, bana çoook uzun gelen sokak... İşte yine o sokaktayız, bütün mahallenin çocukları olarak... Doktor Cevat amcaların apartmanının köşesinden dönerek, uzun adımlarla bize yaklaşan iki kişi var. Biri, altında bluejean üzerinde beyaz gömleği ve henüz uzamaya vakti olamamış kısacık saçlarıyla küçük ağabeyim. Yüzünde öyle bir gülümseme var ki, az sonra yapacağı sürprizle, annemde yaratacağı şaşkınlığın tadını, daha garajda indiği andan beri çıkarıyor gibi. Diğeri, simsiyah ve dalgalı saçları altında, kocaman gülen suratı hemen dikkati çeken, incecik belini ortaya çıkaran kemeriyle, limon sarısı, karpuz kollu, ışıl ışıl elbisesinin içinde yanındaki adamın eline sıkı sıkı sarılmış olan "ablam"...
O köşeden dönüp annemin elini öpünceye kadar geçen zaman içinde O, benim ablam olmuştu bile. Bahçe kapısından üçümüz birlikte girdik. Sanki birbirimizi çok önceden tanıyormuşuz gibi "anne bak Semra ablam geldi" demişim...
Annem gerçekten çok şaşırmış,hazırlıksız yakalanmanın ince telaşesini yaşamıştı. Evimizde henüz telefon olmadığından, ağabeyimin "özel" bir misafirle geleceğini haber vermesi imkansızdı elbette. Ama annem, meşhur soğukkanlılığını elden bırakmadan, tüm sempatisiyle buyur etti, ailenin yeni üyesi olacağı ilk andan belli olan bu genç kızı. Bir yandan annemin "hadi yardım etsene kızım" diyerek kurmaya çalıştığı sofraya tabakları taşırken, bir yandan da bu ilk ve yeni ablamdan gözlerimi alamıyordum.
Halbuki Gönen, genç kızları konusunda hiç de hafife alınacak bir yer değildi. Genellikle varlıklı ailelerin var olduğu bir kasaba olması nedeniyle, her daim modern, alımlı ve bakımlı genç kızları kanıksamış olmam gerekirdi. Kaplıcalarıyla ünlü kasabamızın turistik ve gayet şık otellerinde yapılan düğünlerde gördüklerimin yanısıra, aile fertleri arasındaki kuzenler de gözalıcı güzellikleriyle meşhurdu Gönen'de. Ama nedense böyle birini ilk kez görüyormuş gibi davranıyordum. Elbisesini, onunla uyumlu sarı ayakkabılarını, ince bileklerini ve aksesuarlarını inceleyip duruyordum. Tesadüf odur ki, Onun kız kardeşi, benimse, küçülen giysilerini giyebileceğim, makyajını taklit edeceğim, Sırlarımı ve cep romanlarını paylaşabileceğim bir ablam yoktu.
İşte o gün, bu yokluğun sonu oldu...
Ağabeyim salıverildikten bir süre sonra, üniversitenin bahçesinde tanışmışlardı. Ağabeyimin kucağına kitaplarını atıp, "sen bunları tut, ben top oynayacağım" dediği andan itibaren başlamıştı aşkları... Oldukça sıcakkanlı, açık sözlü, çokça delişmen bir genç kızdı. Hoş, aradan tam otuz sene geçti, pek de değişen birşey olmadı... Ne suratındaki kocaman gülüşte, ne de aralarındaki imrendirici aşkta...O gün, o sokakta, birbirlerinin elini nasıl sıkıca tutuyorlarsa, hala aynı sıkılıkta, yanyanalıkta geçiyor hayatları...

Sayfa 11



...Zaman geçmiş sular durulmuştu... Büyük ağabeyim, siyasal okumak istiyordu. Ama bir türlü istediği bölümü tutturamayınca ısrar etmekten vazgeçmiş, ikinci bir tercih olarak Bursa'da okumak üzere İşletme bölümünü yazmıştı... Demek hiç umudu yokmuş ki, nasıl olsa tutmaz deyip, bir de  askere gitmek için dilekçe vermişti... Sonuç şaşırtıcıydı. Hem üniversiteyi kazanmış, hem de askere kabul edilmişti. Ne aksilik ama! Mardin sınırında "sakıncalı" piyade olarak nöbet tutarken, Bursa'da devam mecburiyeti olan okulu için, yine de sınavlara çalışmaya devam ediyordu... Birkaç kez izin alıp vizelere bile girmişti. Aslında gerçek niyeti, tüm idealleri bir tarafa bırakarak, askerliğini bir an önce bitirmek ve dönüşte evlenmekti. Aşıktı çünkü... Yolların, sokakların, mahallelerin ikiye bölündüğü yıllarda, yüreğinin bir yanı devrim aşkıyla yanıp tutuşurken, diğer yanı da aşk ateşine düşmüştü işte... Oysa ağabeyim, hem binlerce kilometre, hem de mantık olarak birbirinden bu kadar uzak iki hedefe doğru aksak köstek ulaşmaya çalışırken, o genç kız, lise diplomasını almaya sadece iki ay kala, herkesi arkasında bırakıp, başka bir gönüle kaçıvermişti...
Bu arada beklenmedik bir şekilde düşüp, beyin kanaması geçiren babaannem, 83 yaşındaki yaşlı ve narin bedeninin tamamı felçli olmasına rağmen, ağabeyimi son bir kez görmeden gözlerini kapatmıyor, direniyordu... O'nu görünce, gencecik yaşında yitirdiği ama tüm asaletiyle acısını içine gömdüğü, oğlunu yani babamı görmüş gibi oluyordu, biliyorduk... Asker ocağından izinli gelerek babaannemi gören ağabeyim, işte tam bu sırada öğrendi aşk acısını...
Oldukça romantik bir adamdı ağabeyim. Daima birşeyler yazar, kalabalık masalarda şiirleri hep o okurdu... Okumaz adeta yaşardı... Annemin ona karşı zaafının biraz daha fazla olmasının nedeni, babama ikizi gibi benzemesinin yanında, sanırım bu, duygusal çöküşüne de tanık olmasıydı...
Döneminin görmüş geçirmiş adledilen, çokça saygı duyulan, sözüne değer verilen ve her durumda çok hoş görünmeyi başarabilen bir kadın olan babaannem, tüm hayatımızı temelden etkileyen biriydi aslında.
Annemin, babamın evlenme teklifini aylarca reddedip, babaannemi gördükten sonra kabul etmesi gibi mesela. Ölümünden sonra dağıtılan mirasından payımıza, üzeri elmaslarla kaplı bir broş ve nihayet bize ait olacak bir ev alabileceğimiz kadar para düşmesi gibi ya da.
İşte, annemin uzun zamandır planladığı hayali gerçek olmak üzereydi. Bizi Gönenden çıkarmak. Çocukları daha fazla bu küçük kasabanın koşullarında eğilip bükülmemeliydi. Daha iyi okullara gitmeli, daha bağımsız yaşamalıydık. Amcamın gölgesi altından çıkmak hepimizi özgürleştirecekti... Karar verdi ve Bandırma'nın orta yerinde, çarşının göbeğinde, hatta balkondan biraz eğilince denizi bile görebileceğiniz bir apartman dairesi satın aldı. Gönenden hiç bir iz istemiyordu anlaşılan. Evin içini de baştan aşağı yeni eşyalarla döşedi... O yıl orta okulu bitiriyordum. Benim için Bandırma'da iyi bir lise araştırılıyor, deniz kenarındaki çay bahçelerinde, içilecek çayın sefası haya ediliyordu. Beklememiz gereken tek şey, ağabeyimin dönüşüydü.
Üniversiteyi yeni bir af çıkana kadar dondurmak zorunda kalan ağabeyim, komutan masalarında sorgu suale tutulmasına neden olan, üzerinde "sakıncalı" damgasıyla kalın dosyasına rağmen, kendini sevdirmeyi başardığı asker ocağından, günlerce anlatacağı ilginç anılarla dönmüştü işte.
Asker dönüşü, her delikanlı için yeni bir dönüm noktasıdır, bilirsiniz... Yuva kurmak için, iş kurmak için her zaman askerliğin bitişi beklenir. Yuva kurmak uzak bir hayal gibi duruyordu. Ama artık, eli ekmek tutmalıydı. Önce Gönen bir ara Bandırma kapıları zorlandı ona uygun bir iş bulabilmek için. Gönen'in tanınmış tüccarlarından olan amcam, tezgahtan başlasın diye olmadık işleri önerdi anneme. Sonra annem, baktı ki oğlu, Gönen sınırlarına sığamıyor, daha önce hiç yapmadığı birşey yaparak halamın kapısını çaldı. Dünyanın çeşitli yerlerinde ismini bilmediğimiz işleri olan eniştemden yardım istemek, annem gibi, kimseye boynunu eğmeyen bir kadın için, zuldü elbette. Ama olsun, O'nun deyişiyle "oğlunun istikbali" için herşeye değerdi...
Eniştemin gösterdiği istikamet  ise İstanbul oldu...



Sayfa 10



...Bir önceki sayfada 11 yaşımdaki boyuma atıfta bulunmuştum. İşte bunu anlatmadan geçemeyeceğim...
Aslında, genetik yapımız nedeniyle kendimi her yaşta uzun hatırlıyorum... Yaşıtlarımın arasında hep ablaları gibi görünmekten, artık orta okul yıllarında utanmaya başlamıştım... Ben okul çıkışlarında, karşı kaldırımdan yürüyen çocuktum... Sıra arkadaşım Zerrin olmasa kendimi çok daha yalnız hissedebilirdim kesinlikle...Aynı boyda ve aynı sıradaydık ama aynı mahallede değildik... Aslında şöyle diyebilirim; O benden daima bir adım öndeydi! 1983 yılında Gönenden taşınıp bir yıl sonra ziyarete gittiğimde, eski arkadaşlarımın artık benden uzun olduklarını görüp rahatlayıncaya kadar da, huzursuz oldum boyumdan. Ha bir de ergenliğimin tavan yaptığı yıllar tabii... Beni "uzun olmak istemiyorum" diye sızlanırken yakalayan ve o yıllarda üniversite son sınıf öğrencisi olan küçük ağabeyim bir gün beni karşısına oturttu ve kambur oturuşumu düzeltmek için sırtıma vurduktan sonra şöyle bir nasihatte bulundu...  "Dik dur ve boyunla gurur duy. Çünkü ben okulda kısa boylu kızlara hiç bakmam. Yakında sen de üniversiteye gideceksin ve herkes sana bakacak" dedi. Sanırım ilk kez o zaman, erkeklerin "bakabileceği" bir "genç kız" olduğumu farkettim... Nitekim o yıllarda, kız lisesinde okuyor olmam dolayısıyla bunu farketmem neredeyse olanaksızdı.(Birden çok ileri gitmişim, izninizle biraz geriye dönmem gerek)
Boyum ve ağırbaşlılığım yüzünden kimse yaşımı tahmin bile edemezdi. O yıl ilk görevleri için Gönen'e tayinleri çıkan, bir İngilizce bir de Fransızca öğretmeni genç hanımlar mahallemize taşınmıştı. Benim de orta okulu okuduğum Ömer Seyfettin Lisesi'de göreve başladılar. Biri İzmirli diğeri Eskişehirliydi. Ürkek ve yalnızdılar... Doğal olarak, sevgili annemin onlara da kol kanat germesi gecikmeyecekti... Öylesine bir himaye duygusu vardı ki, bir süre sonra evde, üniversiteyi Bursa'da okuyan küçük ağabeyim ve askere giden büyük ağabeyimden boşalan yerlere onlar yerleşmişti bile... (Ne yazık ki ben Almanca eğitim alıyordum) Annem hem kendine arkadaşlık, hem de bana ablalık yapmaları için mi, yoksa yalnız başlarına gurbette kalan bu iki genç kıza, iyi giyinmekten, çevre eşrafı ile iletişime geçmeye kadar hamilik yapmaktan hoşlandığından mı bilinmez,  onları da kızı gibi benimsemişti. Terzisinden kuaförüne, bakkalından eş dost eşrafına kadar, neredeyse Gönen'in tamamına bu genç kızları taktim etmek için, gittiği her yere onları da taşıyordu... Gel zaman git zaman, bu genç öğretmenlerin aileleri de ahbabımız olmuştu. Kızları anneme emanetti ve artık memleketlerinde huzur içinde uyuyabilirlerdi. Yıl sonu geldiğinde, İzmirli olan Dilek abla beni de alıp yazlıkları olan Gümüldür'e götürmek istemişti. Annemin kendisi olmadan bir yere, hele ki şehirlerarası bir geziye gitmeme izin vermesi bugün bile beni şaşırtır. Bir haftalık tatil için gittiğimiz ve yüzmeyi de öğrendiğim Gümüldür'de ilk tanıştırıldığım insanlar beni, Dilek ablanın öğretmen arkadaşlarından biri sandılar. Düşünün, ne kadar uzun ve de ağırbaşlıyım. Üstelik henüz 12 yaşındaydım. Neyseki, uzamak bir yerde duruyor, fakat ağırbaşlılık yerini, deliliğe bırakabiliyormuş...









Sayfa 9



...Şıkır şıkır kıyafetleri içinde bir kadın, Bandırma merkez karakolunda. Komiser ünvanlı bir adam, yönetime sanki o el koymuşçasına küstah bakışları altında, kendisine yalvarmayan, ama "oğlumu ve kardeşimi görmek istiyorum" diye direnen kadını baştan aşağı süzüyordu...
Annemin, getirdiği temiz çamaşırları, yiyecekleri ve elbette sigaraları onlara ulaştırmak konusundaki kesin tavrı, karakolun basık tavanlı koridorunda öylesine yankılanmıştı ki, komiser ayak diremesinin boşuna olduğunu anladı... Eminim, çok korkuyordu annem. Fakat adamın üzerinde kurduğu hakimiyet, teatral yeteneğinin sonuçlarını vermek üzereydi... "Siz çalışıyor musunuz? Hangi görevdesiniz? gibi sorulara verdiği gizemli yanıtlar, adam üzerinde annemin, sanki gizli bir görevde olduğu hissiyatını yaratmış olmalıydı. Polisiye bir filmin içinde bulmuşlardı kendilerini farkında olmadan. Uzun süren karşılıklı gerilimden sonra annem istediği görüşmeyi yapmayı başarmıştı. Bir adım arkasından sinsi bir merakla kendisini izleyen adamın gölgesi eşliğinde tabiiki...Sizi buradan çıkaracağım sözünü veren anneme ne kadar inanmışlardı, inanabilirler miydi bilinmez elbette ama o görüşmenin, dayımı ve ağabeyimi yalnız olmadıklarına dair ikna ettiğinden kuşkum yok... Parmaklığın diğer tarafında duran kadının gözlerinden çıkan ışık, nem kokulu loş nezareti aydınlatmaya yetmişti...
Bir gün sonra, annemin, "Oğluma ya da kardeşime birşey olursa sorumlusu siz olursunuz" kabilinden yaptığı baskıyla mı, yoksa üzerlerine atacak bir suç bulamayışlarından mı bilmem, onları serbest bırakmışlardı...
Zor olan Balkesir 1. şubedeki ağabeyimin durumuydu... Aklına her geldikçe dualarını eksik etmediği halamın oğlunun, Hava Kuvvetlerinde subay olması içini bir nebze rahatlatıyordu. Derhal gidip O'nu buldu. Artık yalnız değildi...
Fakat, bir askerin otoritesi, bir annenin kararlılığı, küçük ağabeyimi o delikten çıkarmaya yetmemişti! Kabarık bir itiraf dosyasının altına attırmaya çalıştıkları imza, üniversite 1. sınıf öğrencisi ağabeyimi bir süre daha içerde kalmaya mecbur etmişti... Aradığımız adalet mahkemeye kadar parmaklıklar arkasında bekleyecekti! Sonradan ağabeyimin gülerek anlattığı bir anektodta dediği gibi, kolundan tuttukları herkesi, TV de sergiledikleri, kitap, dergi, bildirilerden oluşan "mühimmatlar" ardına dizilen güruh arasına katıyorlardı. Hatta trafik kazası nedeniyle "kazara" yolu karakola düşen adamcağızı bile...
Bu süre zarfında okul kitaplarını ve bağlamasını yanına isteyen ağabeyimin ihtiyaçları için annem, Balıkesir ve Bursa arasında mekik dokumak zorunda kaldı... Bu gidip gelmeler esnasında, şubede "senin oğlun var mı?" diyerek yakasına yapıştığı adama daha neler söylediyse, ağabeyimi tiz çığlıklar ve kötü kokuların hakim olduğu işkence odalarından uzak tutmayı başarabilmişlerdi...
Gönen'deki bekleyişimiz çocuk hafızama göre çok uzun sürdü. Sonra bir gün...
Yan komşumuz Ferdane teyze ile bahçelerimizi bölen duvarın üstünde oturmuş, kızları ile konuşup, şakalaşıyorduk. Annem bahçede çamaşır yıkıyor, büyük ağabeyim asmanın altında birşeyler yazıyordu... Zaten O hep yazardı! Mevsim sonbahar ama hava oldukça güneşliydi... Kapımızın önüne beyaz bir minibüs yanaştı, yavaşça kapısı açıldı ve içinden inen bir delikanlı bahçe kapımıza doğru ilerledi... Hepimiz bir anda oraya dönüp baktık, konuşmalar, gülüşmeler, dünyadaki bütün sesler sustu... İnce, uzun ve saçları dipten kesilmiş bu adamı önce hiçbirimiz tanıyamadık. Saniyeler sonra "abim geldi" diye bir çığlık koptu boğazımdan. Üstünde oturduğum duvardan, bahçe kapısına 11 yaşımdaki boyumla, bir adımda ulaşmış olmalıyım... Sonrası malum... Bir heyecan ve sevinç fırtınası koptu bahçede... Herkes ağabeyime sarılıyor öpüyor, omuzlarından tutup bir çekip, bir itip, gözlerimize inanmaya çalışıyorduk. Bir taraftan sağ salim eve döndü diye şükür duaları ediyor, bir taraftan ne çok zayıflamış diye hayıflanıyorduk... Ama ağabeyim olayı gayet hafife alan tavrıyla bizi rahatlatacak, sakinleştirecek şakalar yapmaktan geri durmuyordu. "Tamam yahu, gittik geldik, bitti işte"... Bitmiş miydi gerçekten?...

Sayfa 8



Bir süredir üzerinde düşünüyorum... Hatırlamak istemediklerimizi mi unuturuz? Unutmadıklarımızı mı hatırlamak istemeyiz?... Yanlış birşey hatırlamamak, ya da hatırladıklarımı yanlış yazmamak için, hatta hafızamın bana yapabileceği küçük oyunlara, hikayemi kurban vermemek için bekletmek zorunda kaldım yazılarımı...


O sabahtan sonra herşey çok silik. Net olan tek bir şey hatırlıyorum; annemin saçlarının beyazlamaya başladığını ve yüzünün artık pek gülmediğini!
Sık sık evimizi ziyaret eden polisleri karşılama seansları dışında... Eve her gelişlerinde, çocuklarının masumiyetine olan inancı, vatansever bir kadın olarak, yasadışı hiç bir kusuru olmadığını gösteren özgüveniyle karşılardı onları... İçeriye buyur eder, zaten kutu gibi olan evimizin var olan bir dolabını, çekmecelerini, gönül rahatlığıyla açıp, karıştırmalarına izin verirdi... Arkalarından dağınıklığı toplamaya çalışırken yeniden kaşları birbirine yaklaşır, hareketleri ağırlaşırdı zira. "Sakıncalı" hiçbirşey bulmalarına imkan yoktu elbette! Herşeyi yakan annem, buna güveniyordu. Bir küçük detayı atlamıştı sadece, ya da bunun bir sakınca teşkil edeceğini düşünememişti... Apar topar Bandırma'ya dayımın yanına gönderdiği ağabeyim de uyarmaya vakit bulamamıştı belli ki...Gömme dolabın içindeki duvara yapıştırılmış, 5x5 cmlik küçük fotoğraflardı bunlar. Yan yana dizilmiş, Marx, Engels ve Lenin'in fotoğrafları... O döneme has gençlerin ikonları.
İlk ziyaretlerden birinde, memur beylerden birinin dikkatini çekti tabiiki... Bu aramalara geçerli bir kılıf bulabilmenin verdiği öfkeli sevinçle, bağırarak sordu: "Hanım, bunlar kim?" Ah anneciğim, bir fotoğraflara, bir de memura bakıp, müstehzi müstehzi gülümseyerek "ay canım efendim, aile büyüklerimiz onlar, dedelerimiz yani" deyiverdi... Genç ve liseyi bitirdikten sonra hiç birşey olamayınca polis olmayı kolay yol görerek vazifeye atılmış polis memuru, cahilce bir eziklik içine girmemek için karşı koyamadı bu nezaketi asla elden bırakmayan kadına... Sonraki gün dolaba baktığımda annemin, kendisinin de tanımadığı bu adamların başına dert açmaması için, fotoğrafları yırtarak yerinden sökmeye çalıştığını, ama başarılı olamayınca vazgeçtiğini anlamıştım. Fotoğraflar artık tamamen tanınmaz haldeydi...
2 ağabeyim ve annemin tek erkek kardeşi, dayım. Hepsi de başka başka yerlerde gözaltına alınmışlardı. Akıbetleri hakkında bilgi edinebilmek o günlerde neredeyse imkansızdı... Bilinmeyene götürülmüş 3 can ile birlikte annemin de canı çekilmeye başlamıştı...
Ama oturup olacakları bekleyemezdi! En şık kıyafetlerini giyip hazırlandı. Lacivert bir tayyör içinde, beyaz üzerine puantiyeli, yakası fular fiyonklu ipek gömleğiyle, "kızım tek başına oralarda ne yapabilirsin ki, bekleyelim bakalım" diyen amcamın karşısında, yine aynı beton duruşuyla kararını açıkladı: "Ben gidiyorum"... Bursadaki üniversitesinden alınıp götürülmüş küçük ağabeyim için Balıkesir'e, büyük ağabeyim ve dayım için Bandırma'ya gitmeliydi... İlk tercihini hangisinden yana kullanmıştı? Önceliği hangisine vermişti? Bunun önemi var mıydı? Gerçekten yalnız bir kadın olarak gitse bile ne yapabilirdi? Koca bir nesili tırpandan geçirmeye kararlı bir güç karşısında cürmü ne kadar yer yakabilirdi? Ve Gitti...



Sayfa 7



1978... Biri 15, diğeri 17 yaşında  olan ağabeylerim devrimcilik oyunları oynuyor, ben de aralarında anlamlarını bilmediğim hayallerle bezeli şiirler ezberliyordum... 9 yaşında bir kız çocuğu için ancak bebeğine yatak olabilecek kalınlıkta kitaplar taşıyordum koltuğumun altında... Oyun gibi gelse de farkındaydım, eskiden kahkahalarla geçirilen yaz gecesi bahçe sohbetlerinin, ıssız bir fısıltıya dönüştüğünün... Uzun pazar kahvaltısı sofralarında okunan aşk şiirleri, anlatılan fıkra gibi hikayeler, yerini, parka yeşili solgunluğunda haberlere bırakmıştı... Bahçede yine güller açıyor, armut yine mevsimini şaşırmıyordu ama, lavanta eskisi gibi kokmuyordu sanki. Üzümler olgunlaşmadan, daha korukken çürüyüp dökülüyordu, beton verandanın üstüne... Hiç kimse adaletsiz bir ülkede yaşamak istemiyor, ama herkes neredeyse ortak bir amaç için kavga ediyordu. Aynı şeyleri farklı bir dilde konuştukları için anlaşamayan insanlardan ibaretti kasaba halkı. Sokaklar bile sağ ve sol olarak ikiye bölünmüştü... Bir sokakta, saçları ondülalı bir kadın, "ay şekerim söyle senin oğlanlara bari bizim duvara yazmasınlar, yeni boyattım ayol" derken, başka sokaktaki bir anne, oğlunun emanet getirdiği silahı bahçesine gömüyordu... Aşağı ve yukarı olmak üzere görünmez bir hatla ikiye bölünmüştü Gönen. Herkes kendi hayali sınırları içinde geziyor, alışveriş yapıyor, yaşam kavgasını o sınırlardan taşırmamaya özen gösteriyordu... Yoldaşlık, ülküdaşlık, arkadaşlık... Her mahallenin kendine göre geliştirdiği jargon, Gönen gibi küçük bir kasabanın önce dilini, sonra rengini değiştirmişti...
Yetişkin iki delikanlının akıbetinden korkan amcam, evimizi daha sık ziyaret etmeye, eve geciken ağabeylerimi sokağa bakan camda sigarasını tüttürerek bekleyen annemin yüz hatları, daha bir belirginleşmeye başlamıştı... Bense sık sık kesilen elektrikler yüzünden, annemin pencere önünde,  sigara ateşinin ışığında söylediği Müzeyyen Senar, Behiye Aksoy, Zeki Müren şarkılarını ezbere oturmuştum. Oysa henüz, saç fırçası elimde İlhan İrem şarkılarına play back yapacak yaşımdaydım...
Zaman, yaşları ve idealleri törpüleyedursun, büyük ağabeyim üniversitede istediği bölümü kazanamadığı için Gönen'de kalmış, küçük ağabeyim ise Bursa'da üniversiteye henüz başlamıştı.
Bir sabah sessiz bir sesle kapımız çaldı. Daha gün bile ağarmamışken ve üçümüz de uykudayken. Sabah namazı için kalkıp radyoyu açıp dinleyen, komşumuz Meliha teyze, üstüne alelacele geçirildiği belli olan hırkasının altındaki pazen geceliği, süt beyaz namaz başörtüsü altında pırıl pırıl ama bir kuşu ürkütmekten korkan endişeli bakışlarıyla kapımıza gelmişti... Hayırdır inşallah! diyerek açtı annem kapıyı... Fısır fısır birşeyler anlatıyordu anneme. Duyabildiğimiz sadece annemin, "hay allah, hay allah" dövünmeleriydi... Meliha teyze, aynı sessizlikte ama aynı ürkek telaşla evine geri dönerken o sabah namazının dualarını artık tahmin etmek hiç zor değildi... Çünkü onun da yetişkin 1 kızı ve 1 oğlu vardı...
Sonraki görüntüler, siyah beyaz televizyonumuzun tek kanalında, yeşil olduğunu tahmin ettiğimiz üniforması ve apoletleriyle bütün ekranı kaplayan  orta yaşlı adamın söylediklerinin arasındaki, Hasan Mutlucan türkülerinden ibaret...
Aynı görüntüler sürekli birbirini tekrarlıyor, ben ve ağabeyim dinleyip, dinleyip gülüyorduk. Gülüyor muyduk, yoksa ağabeyim ben korkmayayım diye beni mi güldürüyordu, ayırtedemiyorum şimdi.
Biz gülüşeduralım, annem çok daha meşkuldü! Ağabeylerimin okudukları, okudukça değiştikleri kitapları, arkadaşlık, kardeşlik, memleket sevdası şiirlerinin yazılı olduğu defterleri, bir ağızdan söyleyip coştukları şarkıların kayıtlı olduğu kasetleri ve hatta o kasetleri dinlediğimiz teybi, bahçedeki maşıngada yakıyordu... Geldiklerinde alacakları hiç birşey kalmamalıydı! Herşeyi yakıp yok etti. Bir tek şey hariç, oğlu...

Sayfa 6

...Gönen' e sığışalı henüz 2 yıl olmuştu ki, ilkokula başladım. Şehit Rahmi İlköğretim Okulu. Geniş bahçesi içinde çam ağaçları arasında, sarı, sıcak bir bina. Nedense o yıllarda tüm devlet okulları ve hatta hastaneler de sarıya boyanırdı... Neden sarı? Halbuki sarıyı, solgun yüzüyle, "ilim-irfan" yuvası adledilen okullara hiç de yakıştırmıyorum. Tazecik, beyinlerin ilk şekillendiği, tıka basa bilgilerle bir zaman sonra lağıma dönecek minicik insanlar için daha neşeli bir renk seçilemez miydi? Bu kimin kararıydı? Belki de sırf bu yüzden sarı, bana daima hüznü hatırlatır...  Yaş 7... O yıla kadar pek de yokluğunu hissetmediğim "baba" olgusu, adeta öğrenci/öğretmen herkesin ağzından çıkıp,  okulun duvarlarına, oradan da tokat gibi yüzüme yüzüme vurmaya başlamıştı işte. Tokadın adı: Senin baban ne iş yapıyor? Evet, herkesin babasının bir işi vardı, herkesin babası "vardı"...
Tek tesellim, her sabah okula giderken mahallemizden çıkıp da döndüğüm köşede babamın saklanıyor olma ihtimaliydi! Evden hızlı adımlarla bir solukta o köşede bulurdum kendimi, yavaşça yaklaşır köşeden sokağın devamına bakardım. Kalbimin küt küt attığını şimdi bile duyumsayabiliyorum. Ne kadar sürdüğünü şimdi hatırlamadığım kadar uzun süren yıllar boyu, babamın o köşeden çıkıp, "cee sana şaka yapmıştım, bak işte burdayım, geldim" demesini bekledim. Ne büyük umuttu! Ama gelmedi...
Sanırım, artık gelmeyeceğini anladığım o günden sonra tanıdığım her erkeği, baba yerine koymaya çalıştım bilinçsizce... Belki de sırf bu yüzden, kızlardan daha çok erkek arkadaşım, erkek sırdaşlarım, hatta koca"lar" ım oldu... Halbuki hiçbiri babam değildi, olamazdı, bir baba kızına bu kadar hayal kırıklığı yaşatamazdı... Hiçbir baba kızını bu kadar yalnız bırakamazdı...
Neyse ki, her dönem başarılı bir eğitim hayatım oldu. Kimse baba lafını ağzına almazsa işler yolunda gidiyordu. Ama nedense hep o çok kritik anlarda "senin baban ne iş yapıyor" sorusu, gelip beni bulurdu... O zaman da, ya arkamı dönüp, oradan uzaklaşır, eve dönünce sessizce annemin dizine yatıp ağlardım ya da engel olunamaz bir şekilde, burnum kanardı... Evet ya, burnum kanardı!
Parasız yatılı okulu sınavlarında da aynı şey oldu. İlk sınavda Türkiye sıralamasına girmişken, ikinci sınavda, sınıftaki gözetmen durduk yere bana o meşhum soruyu sordu ve, bingo! Yine aniden burnum kanamaya başladı. Tuvalete gitme zorunluluğum doğduğu için de sınavı terk etmek zorunda kaldım. Sonrakilerinin yanıda önemsiz kalsa da sanırım bu, anneme yaşattığım ilk hayal kırıklığıydı... Sınav için Gönen'den Balıkesir'e kalkıp gelmişken, büyük umutlarla, kapılarda heyecanla bekleşen diğer anneler arasında gururla dikilirken, olacak şey miydi bu? Sadece saçımı okşayıp, "olsun" dedi...
Gönen'in en iyi terzisi Leman teyzeye diktirdiğimiz, etek uçlarında pötikare biyeleriyle, beni ağabeylerimin küçülmüşlerinden farklı gösteren, beyaz, keten etek ve yelek takımım kırmızı lekeler içindeydi... Sınavı terk etmek zorunda kaldığıma hiç üzülmedim, elbisemin bir daha o lekelerden kurtulamayışına üzüldüğüm kadar...
İlginç olan bu olaydan 3 yıl sonra, hiç hesapta yokken İstanbul' a taşınmamız ve eğer o sınavı kazansaydım yatılı olarak okuyacağım okula, gündüzlü kayıt yaptırabilmemizdi...









Sayfa 5

...Evimizin bu şenlikli hali nedense amcam tarafından pek de hoş karşılanmazdı... Geç bir evlilik yapmış, dolayısıyla geç de baba olmuştu. Babamın büyüğü olmasına rağmen tek oğluyla, ben aynı yaştaydık. Bu kimi zaman benim için bir avantaj olsa da, yarışa koşulan atlar misali çokça aleyhime işleyen de bir durum oldu.. Mesela okul hayatıma Almanca devam etmek zorunda kalışım, sadece bu dezavantaj nedeniyledir... Bu konuya geri dönmek üzere şimdilik nokta.
Mensubu olduğumuz sülalelnin Gönen'in en muteber ailelerinden biri olması, amcamın saygın bir esnaf, babaannemin sözü dinlenen bir büyük, halamın soyadı bile Gönen olan, ne iş yaptığını ölene kadar öğrenemediğim pek saygın eşi dolayısıyla bulunduğu durum, biz çocukların ve özellikle annemin her adımımıza dikkat etmek zorunluluğumuzun temel nedeniydi... Annem her daim kaş ve göz tarikiyle bizi usturuplu torunlar olarak eğitmeye çalışmaktan, bu yönde terbiye ve ahlak nutukları çekmekten başka, çok daha önemli birşey yaptı... Babamın ailesinin karşısında daima dik, onurlu ve çocuklarına toz kondurmaz tavrını elden hiç bırakmadı... Ben henüz sokakta oynama yaşımdaydım ama ağabeylerimin delişmen yaşları nedeniyle, küçücük bir kasabada konuşulan her sözü ustaca savuşturmayı, tüm nezaketi ve görgülü zekasıyla başardı... Bu, babamın yerini, otoritesi ve maddi gücüyle doldurmaya çalışan amcam olsa bile... Amcamı, daima hızlı hızlı konuşan, hızlı hızlı yürüyen, buna paralel hızlı karar veren, disiplini ve otoritesi nedeniyle kendisinden korkulan bir insan olmasına rağmen, ilginçtir ki, annemin karşısında daima ezik ve zayıf bir adam olarak hatırlıyorum... Bahçe kapısından yine hızlı hızlı girip,  ağabeylerim hakkında şikayete her gelişinde, annemin  merdivenlerde, beton gibi durup, amcama yukarıdan ve kesin bir tavırla tane tane izahını, "benim çocuklarım öyle şey yapmaz" bakışını, amcam geldiği gibi hızlı hızlı bahçedin geri giderken, 1 odalı evinin 4 metrekarelik mutfağında için için ağladığını biliyorum...
Çocukları büyüyor, sorunları büyüyor, büyük bir ailenin, küçücük evinde, küçük bir kadın olarak kalmak yerine,  çelik gibi sağlam irade ve edebiyle, zihinlerde büyüyor, saygınlaşıyordu... Genç ve dul bir kadının tek başına 3 çocuğa sahip çıkamayacağı ön yargısını, her geçen gün yerle bir etmeyi başarıyordu... Herkesi ve herşeyi idare etmek onda doğuştan bir yetenek olsa idi... Babamdan kalan, o yıllarda hatrı sayılır miktardaki maaşı dışında bir geliri olmamasına rağmen, kimseye muhtaçlık hissi yaratmadan, ama şımarmamıza da izin vermeden "idere etmek" zor zanaatti... Amcam, halam, babaannem bir tarafa, delikanlılık yaşına gelmiş ağabeylerimi idare etmek belki de en zoruydu. Ama o bunun da bir yolunu mutlaka buluyordu. İkisi arasında keskin bir karakter farklılığı olmasına rağmen üstelik.
Bakkala gidilecek örneğin, önce küçük olana hadi derdi, ben gitmem ağabeyim gitsin cevabına öteki, ben de gitmem derse seyredin tantanayı... Annem pardesüsünü bir hışımla kaptığı gibi, ben giderim derken daha, bir baygınlık -ki bunun ustaca bir numara olduğunu 20 yaşımda öğrenebildim- geçirir, hooop kendisini yere yatırırdı... Sevgili, kırmızı yanaklı, tontoş komşumuz Ferdane teyze... Ah Ferdane teyze... "Kooooş yetiş annem fenalaştı!" Hemen kolonyayı kapıp gelir, iki bilek ovalanır, bizde bir telaş, bir kıyamet filan derken, bir bakmışız ağabeylerim bakkala gidiyor...
Şimdi gülümseyerek hatırladığımız daha neler... Bir babanın sevimli otoritesi, bir annenin şevkati, bir dostun sırdaşlığı arasında annem, neredyse teatral bir yetenek de kazanmıştı... Bu yeteneği, özellikle 1980 darbesi yıllarında ağabeylerimin hayatlarını kurtarmak için çok işe yarayacaktı...

Sayfa 4

...Bahçenin demir kapısından girince dar bir beton koridorun iki yanındaki tarhlarda güller ve çeşitli çiçekler karşılardı bizi. Hemen arkalarında sol tarafta annemin ektiği ağabeyimin suladığı,  biberler ve domatesler, sağ tarafta margarita papatyaları ve harikulade bir çam ağacı... Beton koridoru bitiren verandada asma ve ayva ağaçları. Ağaçların boyu oldukça kısa ama meyveleri öyle ağırdı ki, altındaki divana oturunca etrafınız adeta bir kafese girmiş gibi dallarla çevrilirdi. Oturduğunuz yerden koparıp iki avucunuzda ovalayarak temizleyip, afiyetle yiyebildiğiniz ayvalar... O yıl ne kadar çok olursa kış mevsiminin de o kadar çetin geçeceğini öğrendiğimiz ağaçlar... Arka bahçe ayrı bir cümbüş. Altı çeşit elma ağacı ve bir de kış armudu. O kadar çoklardı ki ve varlıkları o kadar doğaldı ki, henüz olgunlaşmasını beklemeden sepetlere doldurup elma savaşı yaptığımızı anlatsam inanmazsınız... Annem İstanbul'a taşındığımız ilk hafta pazardan parayla elma aldığında oturup ağlamıştı...  Çocukların yeşilken kemirip oynaştığı, iki ısırıkta atabildiği, tabaklara doldurulup komşulara dağıtıldığı, kompostoların yapıldığı elmalar, kiloyla alınmanın ızdırabını uzunca bir süre yaşattı anneme... Herşeyin kıymeti kaybedilince anlaşılıyor, elmalar gibi...
Arka bahçemiz aynı zamanda fizik tedavi ve rehabilitasyon merkezi görevini de üstlenirdi... Doğuştan hizası yamuk olan kolumu düzeltebilmenin çözümünü, içine büyükçe taşların konduğu sepetle, bahçeyi bir baştan bir başa dolaştırmakta bulmuştu annem... İşe yaradı doğrusu. Şimdi kolumu sorunsuzca kullanabiliyorsam bunda, o bahçenin payı büyük ve tabi annemin eşsiz çözüm zekasının...
Mahallemizdeki tek apartman-ki sadece 3 katlıydı- doktor Cevat amcaların evine bakıp bakıp, birgün yeniden apartmanda oturma hayalini kurduğumuzu düşünüyorum da komik buluyorum bu çocukluk düşünü... Oysa şimdi, sefer tası misali binalarda otururken, o bahçede yeniden lavanta, hercai, çekirdek ve yemek kokularının birbirine karıştığı rayiah içinde olmak için neleri feda edebilirdim?
Kurtarılmış bölgeydi bizim bahçemiz. Evinde babasından, annesinden korkusuna içilemeyen sigaralar bizim bahçede içilirdi, maşınga üzerinde demlenen çay eşliğinde... Başka evlerde konuşulması yasak olan devrim hayali, bizim bahçede hayat bulurdu... Şiirler bizim bahçede okunur, namuslu kavgalar bizim bahçede yapılırdı... Halk evi gibi bir yerdi... Orada öğrendim mutluluğun, bir kesekağıdı çekirdek bir demlik çay olduğunu, dostça muhabbetlerin tadını, güven duymanın sırrını,  kadın ve erkek cinsinin sadece ateşle barut olmadığını, pekala kolkola yürüyebilen dostlar, yan yana yaşanan, sırt sırta dayanabilen "arkadaş"lar olabileceğini...
Ve orada öğrendim, hiç oyuncaksız da oyunlar kurulabileceğini, çamurdan heykeller yapmayı, toprağa saplanan bir çiviyle kaç çeşit oyun oynanabileceğini, yağmurdan sonra ortaya çıkan solucanların toprak için ne kadar faydalı hayvanlar olduğunu,  ağaca tırmanmayı, düşünce şişip moraran yerine çiğnenmiş ekmek koymayı, elini dayayıp çeşmeden su içmeyi, akşam ezanının yemek saati demek olduğunu, dökülen gül yapraklarını su dolu şişelere bastırıp esans yapmayı...
Yaşı 40 ları aşan her yetişkin gibi, özlemle anmamak mümkün mü o yılları? Elimizde hayal gücümüzü besleyecek ne kaldı ki? Bize sunulan teknoloji çöplüğünden başka. Sahi modası geçen telefonlar, yerine LCD lerini koyduğumuz tüplü televizyonlar, merdaneli çamaşır makineleri, kurmalı saatler,  hangi çöplükte şimdi... Apartman görevlisi temizlemezse eğer, üzerinden atlayıp geçtiğimiz kapılarımızın önünü ne zaman terkettik?...









9 Mart 2012 Cuma

Sayfa 3

... Velhasıl Gönen! Amca, babaanne ve hala üçgenini kareye çeviren, 1 dönüm bahçe içinde 1 oda 1 salonda başlayan yaşam... Bahçedeki elmalar kızarıyor, ayvalar büyüyor, asmada koruklar üzüme dönüyorken, bir çocuk için değişikliklere ne kadar hızlı uyum sağlandığı da öğreniliyordu... Yaşadığımız yer gayet dinamik, 70'li yılların tüm sıcak ilişkilerini barındıran adeta komün yaşam için inşa edilmiş bir mahalleydi... her ev arasındaki duvarın atlanabilir yükseklikte olması, şimdilerde yüksek duvarlarla çevrili bloklarda yaşayanlar için anlaşılır bir durum olmasa gerek! Bir mahalle düşünün; herkes birbirinin anahtarının nerede saklandığını biliyor... Mesela bizim ev. Tek bir anahtarımız vardı. El büyüklüğünde, demirden ve ağır,  kocaman bişey işte.... Sanırsın, sarayda gizli hazine odasının anahtarı... Belki de her ev kendine göre gizli hazineler odası da olabilir aslında... Annem evden çıkar, anahtarı malum yerine koyar, biz çocuklardan herhangi biri geldiğinde anahtarı yerinden çıkarır ve açardı.. Ama eve biri geldiğini ve anahtarı yerinden aldığını bütün mahalle duyardı... Çünkü saklandığı yer olan ters çevrilmiş galvaniz kova öyle bir ses çıkartırdı ki betonun üzerinde, şangırtıyı duyan, saatine göre kimin eve geldiğini bile tahmin edebilirdi... "Gülümser'in oğlan geldi, ya da Ahmet okuldan erken mi çıktı ki?, yok yok musluktan su sesi gelmedi, büyük oğlandır bu..." Küçük ağabeyim bahçedeki çeşmede elini yüzünü yıkamadan içeri girmezdi çünkü...  Bir demir anahtar, bir galvaniz kova, "güven"in özetiydi sanki...
10 yıl boyunca o evden bir çöp bile kaybolmadı!
Şimdi yaşadığımız yerlere bakıyorum da, kapılarda büyük bir ciddiyetle bekleyen, her gelene şüpheli gözüyle bakması özellikle öğretilmiş güvenlik görevlileri, yüksek, çok yüksek duvarlar, yetmezmiş gibi üstüne örülen dikenli teller, 5 noktadan kilitlenen güvenli kapılar, ses ve ısı geçirmeyen güvenli camlar, uzaktan kumandalı güvenli garajlar...
Eskiye dair bir not eklemek gerekiyor: İnsanlar o yıllarda kimden korkup, kimden korkmayacağını biliyorlardı... Kim sağcı, kim solcu, kim hırsız, kim hırlı, kim dost, kim düşman... Şimdi! Herkes birbirinden korkuyor, kimse kimseye güvenmiyor... "babana bile güvenmeyeceksin" deyiminin doğuş tarihinin 1980 lerden sonra olduğuna kaniyim...

Sayfa 2

...1974 yılında, henüz 34 yaşında 3 çocuğuyla "dul" kalan bir kadın için İzmir, büyük bir şehir. Toplanıp babamın memleketi Gönen'e götürülüşümüzün tek anlaşılır nedeninin bu olmadığını anlamak uzun yıllarımı alacaktı elbet! Benden 8 yaş büyük ağabeyim "uyduruyorsun" dese de, ben "hatırlıyorum"...
İyi anılan bir memuriyet hayatının, mutlu/hüzünlü binlerce anıyla bezenmiş 13 yıllık bir evliliğin, donanmaya karşı içilen keyif çaylarının, odaların, duvarların, oyuncakların, 5, 11 ve 13 yaşında 3 çocuğun gelecek hayallerinin, bir annenin omuzlarına yüklenen dağ gibi bir yaşamın o kamyona sığabilmesi ne kadar da ilginç! Demek böyle, insan hayatı esnek bir don lastiği gibi her bedene, her eve, her kente bir şekilde oldurulabiliyormuş... Biz çocuklar için "sokak oyunları", annem için ise "sokak bakışları" kavramının öğrenileceği yıllar, o kamyondan indiğimizde başladı... Şimdi, İzmir'e dair ortak bir ölümden başka, balkonlar arası sepetle oyuncak mübadelesi yaptığımız, sahip olduğum ilk arkadaşım, ilk oyundaşım Müge'yi ve ablasının duvarda asılı olduğu halde zinhar dokunamadığımız gitarını da geride bırakma zamanı gelmişti.. Müge, onunla vedalaşabilmişmiydim? İşte bunu hatırlamıyorum... Onca yıl geçti, hala tanıştığım ya da duyduğum her Müge'nin O olma ihtimalini gözden geçirmeyi ihmal etmedim... Soru sorma alışkanlığı olmayan biri olarak, soruları sadece Müge'lere sordum.. Hani Dünya küçüktü?...

Sayfa 1



BAŞLANGIÇ...
Geriye dönüp baktığımda, hatırladığım o ilk gün, benim için başlangıçtır... Haksızlık oldu, elbette sadece benim için değil, beş kişilik bir aileden geriye kalanlar için bir başlangıç!
İzmir'de, tarihi meşhur asansör yakınlarında, lebiderya bir daire. Uzun gibi görünen, ama şimdi düşününce kısacık bir memuriyet hayatının finalinde elde edilmiş, yaşanmaya hak görülmüş, geniş pencerelerinden o dönemin gurur kaynağı donanmanın demir attığı koya bakan o güzel ev... Nihayet, 3 çocuklu bu ailenin ferah feza yayılabildiği, keyif çaylarının içilip, babamın akşamları eş dostla 2 kadehten fazla olmamak koşulu ile demlendiği kocaman balkonlu evimiz...3. Mayıs 1974 sabahı babam henüz işe gitmişken, ben henüz bebekle oynama yaşımdayken, annem henüz güzel bir ev, mutlu bir ailenin kadını olduğunu hissetmişken zil çaldı...
Gelen, babama çok da benzeyen, tıpkı onun gibi takım elbisesinin içindeki incecik kravatı ve kaytan bıyığıyla dönemin erkeklerine has kibar ve munis tavrının altında gizlenmiş tedirgin ses tonuyla hatırladığım bir adam... Babamın bankadan bir arkadaşı olsa gerekti... İşte bir ailenin kırılma noktası, tam da o zilin çaldığı andı...
"Yengehanım, bankaya gelmen gerek"
"O dönem" demekten kendimi alamıyorum. Sadece "o dönem"e mi aitti bu sıfat? Yengehanım!
Başka hangi dilde hange kültürde böyle bir sıfat vardır? Kibarlık ile samimiyet arasındaki ince çizgide
gezinen bu sıfat, inceliğini hangi zamanda yitirdi?
İki ağabeyim okulda, ben hala bez bebekle oynama yaşımdaydım...
Karşı komşumuza teslim edildim... Niçin tutturmamıştım ki " ben de geleceğim" diye.. O zaman çocuk olmak da mı başkaydı, yoksa ben başka türlü bir çocuk muydum?
Lacivert pardesüsünü sırtına geçirdiği gibi hızla merdivenlerden inen annemin, komşumuzun balkonunda arkasından gidişini izlerken, O'nu son kez "sadece bir kadın" olarak gördüm... Sonraki yıllar annem, bir gelin, bir anne, dul bir kadın olmaktan öteye geçemedi... Hiç bir zaman bir daha asla "sadece kadın" olamadı...

MERHABA


Merhaba,
Uzun zamandır "hayatımı yazsam roman olur" repliğini kendi kendime tekrar ediyordum... Sonra, baktım ki; yıllar ses hızında ilerlemeye başlamış, bense yaşadıklarımı neredeyse unutma menziline girmişim... DUR! dedim kendime... Dur ve soluklan... Baştan başla ve YAZ! Kimdi onlar? Aborjinler mi, kızılderililer mi? Ruhlarının kendilerine yetişebilmesi için yavaş yavaş yürüyenler kimdi? Bugün itibariyle artık yavaşlamaya karar verdim! nokta...
Peşimden gelebilir, yanımdan yürüyebilir, yazılanlara katılabilir, ekleyebilir, eleştirebilir, alkışlayabilir veya burada işgal ettiğim yer için beni suçlayabilirsiniz... Herşeye rağmen;
Benim için İLK EMİR: YAZ...
Zaten herkes yazar... Ya da herkes bir gün yazar...