Sayfalar

20 Mart 2012 Salı

Sayfa 19

...Bütün arkadaşlarımın abi dediği ilk aşkım, Kadıköy'de bir teknik lisenin son sınıfında okuyormuş. Her sabah okulumun olduğu semte giden otobüse binmek için çıktığım yokuşu tırmanırken, beni görüyormuş. Kaç kez bana adımla seslenmek istemiş ama, mahalleden görenler yanlış anlar diye yapamamış. Ama artık dayanamamış... Bunları bana yine aynı yokuşu ertesi sabah birlikte tırmanırken anlattı... Kızarmış, bir şey diyememiştim. Akşamüstü okul dönüşünde beni bekleyeceği köşeyi işaret ederek, geç kalma dedi...
Ondan sonraki her sabah, sokaklarımızın kesiştiği köşede buluşuyor, birbirimize geceden yazdığımız mektuplarımızı veriyor, sonra da arkamızı dönerek ters istikamette giden otobüslerimize biniyorduk... İlk duraktan son durağa kadar, kaç kez okuduğumu hatırlamadığım, ama neredeyse ezberlediğim mektupları, özenle katlayıp, en kalın kitabım olan PSSC Fiziğinin arasında saklıyordum. Bunlar benim karşı cinsle olan ilk yakın temasımdı... Çok kıymetliydi... Akşam üstü yine aynı köşede buluşup, yavaş ama çevreden görmeleri ihtimaline karşı ürkek adımlarla, yan yana yürüyerek uzun sohbetler ederdik. Hiç bitmesini istemediğim dakikalar sonunda, "eyvah eve geç kaldım" paniğim, doğru dürüst bir vedaya mahal bırakmazdı... Bu eve geç kalma korkusu, taaa dokuz yaşımdan beri yerleşmiş bir telaştır bende. Küçük yerlerde eve giriş saati olan akşam ezanını, arkadaşımın evinde oynarken duymadığım için, annemden yediğim tokadın, yanağımdaki izidir belki de...
Yine böyle bir akşamüstü eve gerçekten çok ama çok geç kalmışım. Kalmışım diyorum, çünkü saatin hiç farkında değildim. Annem, önce okulu aramış, saatler önce çıktığımı öğrenip, böyle bir nedeni asla tahmin edemeyeceği için, kaza, kaçırılma gibi felaketler ihtimalinin verdiği hezeyanla yollara düşmüştü... Saati farkedip eve dönerken duyduğum korku mu, yoksa, kapıyı açan annemin merak, yorgunluk, öfke karışımı yüzü mü beni bu kadar bitkin düşürmüştü ayırt etmem mümkün değil. İşte ilk yalanımı söylemeye hazırdım. Ama o kadar yorgundum ki... Yalanın ipucu da tam buradaydı... Uzun süren bir basketbol antrenmanı, gerçeğe en yakın yalanım oldu... Cep telefonlarının icat edilmediği dönemler, aynı zamanda ikna olmaya müptela olduğumuz yıllarmış meğer... Annem kolayca inanmış, başıma bir şey gelmemiş olmasının sevinciyle, unutuvermişti sorması gereken diğer detayları. İlk vartayı böylece atlatmıştım. Ta ki, düzen tutkunu büyük ağabeyimin, dağınık duran dolabımı görünce gösterdiği, olağandışı öfkeli tepkisine kadar...
Küçük ağabeyim, Bursa'dan ziyarete gelmiş, salondaki kanepede yemekten sonra eline aldığı sazını tıngırdatıyordu. Hepimiz salondaydık. Büyük ağabeyim heyecanla anneme bir şeyler anlatıyor, içeriden açık televizyonun sesi geliyordu. Her şeyin normal göründüğü bir anda, bir şey almak için, kapağı oturduğumuz alana bakan kitap dolabımı açtım... Açmamla ağabeyimin, annemle konuşmayı bırakıp, hışımla yerinden zıpladığını ve "ne bu dağınıklık, senin gibi bir genç kıza yakışıyor mu?" diye haykırmaya başladığını gördüm. Şaşkındım, onu hiç bu kadar sinirli görmemiştim. "Şu hale bak, derhal düzelt burayı" diyerek bağırıyordu. "Abi yapma" dememe fırsat kalmadan, elini bütün kitaplarımı kavrayacak şekilde dolabıma soktu ve hepsini birden fırlatıp yere attı. Salonu boydan boya kaplayan, annemin her hafta çamaşır sularıyla yıkadığı için sakız gibi saçaklarına basmamızın yasak olduğu, pek kıymetli el dokuması halımızın orta yerine saçılmıştı herşey. Dolapta ne varsa! Kitaplar, defterler, kalemler ve bir takım renkli kağıtlara yazılmış mektuplar...
O an, zaman durdu, sesler durdu herkes durdu. Bir tek küçük ağabeyim saz çalmaya devam etti...
Ağabeyim yavaş hareketlerle yere eğildi ve mektuplardan birine uzandı. Hemen anlamıştı. Çünkü kendisi de bir zamanlar aşk mektupları yazan bir adamdı... Ne bunlar diye sormadı bile. Sadece sessizce, kim bu? diyebildi... Benim gevelemeye çalıştıklarımı bile dinlemeden,  arkasını dönüp odasına gitti... Az önceki öfke fırtınasına tutulmuş adamdan eser kalmamıştı, ağlıyordu... Hayır, kızmamıştı, aksine üzgün görünüyordu... Yanına gittik annemle. Sanırım annem, "ben sana sonra soracağım" diyordu içinden...
Ağabeyim bir taraftan ağlıyor bir taraftan, "ben senin abinim, sen böyle bir şey yaşıyorsun da neden benim haberim yok" diyerek sitem ediyordu bana... Az önce öfkesine şaşırdığım ağabeyim, beni o duygudan bu duyguya savuruyordu... Ben mi onu tanımıyordum, o mu değişiyordu? Özür dilemekten başka çarem yoktu. Nitekim ona bir söz verdim ve bu yaşıma kadar da bu sözümü tuttum. Artık herşeyden haberi olacaktı. Anlamıştım, ağabeyim babamız olmak istiyordu!...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder