Sayfalar

10 Mart 2012 Cumartesi

Sayfa 6

...Gönen' e sığışalı henüz 2 yıl olmuştu ki, ilkokula başladım. Şehit Rahmi İlköğretim Okulu. Geniş bahçesi içinde çam ağaçları arasında, sarı, sıcak bir bina. Nedense o yıllarda tüm devlet okulları ve hatta hastaneler de sarıya boyanırdı... Neden sarı? Halbuki sarıyı, solgun yüzüyle, "ilim-irfan" yuvası adledilen okullara hiç de yakıştırmıyorum. Tazecik, beyinlerin ilk şekillendiği, tıka basa bilgilerle bir zaman sonra lağıma dönecek minicik insanlar için daha neşeli bir renk seçilemez miydi? Bu kimin kararıydı? Belki de sırf bu yüzden sarı, bana daima hüznü hatırlatır...  Yaş 7... O yıla kadar pek de yokluğunu hissetmediğim "baba" olgusu, adeta öğrenci/öğretmen herkesin ağzından çıkıp,  okulun duvarlarına, oradan da tokat gibi yüzüme yüzüme vurmaya başlamıştı işte. Tokadın adı: Senin baban ne iş yapıyor? Evet, herkesin babasının bir işi vardı, herkesin babası "vardı"...
Tek tesellim, her sabah okula giderken mahallemizden çıkıp da döndüğüm köşede babamın saklanıyor olma ihtimaliydi! Evden hızlı adımlarla bir solukta o köşede bulurdum kendimi, yavaşça yaklaşır köşeden sokağın devamına bakardım. Kalbimin küt küt attığını şimdi bile duyumsayabiliyorum. Ne kadar sürdüğünü şimdi hatırlamadığım kadar uzun süren yıllar boyu, babamın o köşeden çıkıp, "cee sana şaka yapmıştım, bak işte burdayım, geldim" demesini bekledim. Ne büyük umuttu! Ama gelmedi...
Sanırım, artık gelmeyeceğini anladığım o günden sonra tanıdığım her erkeği, baba yerine koymaya çalıştım bilinçsizce... Belki de sırf bu yüzden, kızlardan daha çok erkek arkadaşım, erkek sırdaşlarım, hatta koca"lar" ım oldu... Halbuki hiçbiri babam değildi, olamazdı, bir baba kızına bu kadar hayal kırıklığı yaşatamazdı... Hiçbir baba kızını bu kadar yalnız bırakamazdı...
Neyse ki, her dönem başarılı bir eğitim hayatım oldu. Kimse baba lafını ağzına almazsa işler yolunda gidiyordu. Ama nedense hep o çok kritik anlarda "senin baban ne iş yapıyor" sorusu, gelip beni bulurdu... O zaman da, ya arkamı dönüp, oradan uzaklaşır, eve dönünce sessizce annemin dizine yatıp ağlardım ya da engel olunamaz bir şekilde, burnum kanardı... Evet ya, burnum kanardı!
Parasız yatılı okulu sınavlarında da aynı şey oldu. İlk sınavda Türkiye sıralamasına girmişken, ikinci sınavda, sınıftaki gözetmen durduk yere bana o meşhum soruyu sordu ve, bingo! Yine aniden burnum kanamaya başladı. Tuvalete gitme zorunluluğum doğduğu için de sınavı terk etmek zorunda kaldım. Sonrakilerinin yanıda önemsiz kalsa da sanırım bu, anneme yaşattığım ilk hayal kırıklığıydı... Sınav için Gönen'den Balıkesir'e kalkıp gelmişken, büyük umutlarla, kapılarda heyecanla bekleşen diğer anneler arasında gururla dikilirken, olacak şey miydi bu? Sadece saçımı okşayıp, "olsun" dedi...
Gönen'in en iyi terzisi Leman teyzeye diktirdiğimiz, etek uçlarında pötikare biyeleriyle, beni ağabeylerimin küçülmüşlerinden farklı gösteren, beyaz, keten etek ve yelek takımım kırmızı lekeler içindeydi... Sınavı terk etmek zorunda kaldığıma hiç üzülmedim, elbisemin bir daha o lekelerden kurtulamayışına üzüldüğüm kadar...
İlginç olan bu olaydan 3 yıl sonra, hiç hesapta yokken İstanbul' a taşınmamız ve eğer o sınavı kazansaydım yatılı olarak okuyacağım okula, gündüzlü kayıt yaptırabilmemizdi...









Hiç yorum yok:

Yorum Gönder