Sayfalar

28 Nisan 2012 Cumartesi

Meraklısına!

Sevgili okuyucu,
Biliyorum uzun zamandır devam eden hikayemin bir sonraki sayfası neden bir türlü gelmiyor diye merak ediyorsunuz... Bu blogta geçmişle yüzleşmek, hesaplaşmak, unutmaya yüz tutmuş anıların içinde yeniden yaşamak, hatta bazı dersler çıkarmak ve bazen gülümseyerek, bazen de hüzünle hatırladığım anıları yad etmek için uğraşıp dururken, hayatın ta kendisi de yanıbaşımdaki koltuktan beni seyrediyor, kıs kıs gülüyordu içinden, duyabiliyordum... Bu aralar, kendisiyle ilgilenmediğim için midir nedir, bir çeşit intikam alıyor, sanki bugünden geçmişe dönüp bakmayayım diye, günü dipdiri tutmaya gayret ediyordu adeta... Çaresiz, bugüne sırtımı çeviremezdim... Şimdilik bir müddet bugünün yanına oturup biraz kendisiyle haşır neşir olmamda fayda var... Zira, geçimişin sırtını sıvazlarken, geleceğin tuğlalarını deposunda saklayan bugüne de ilgi göstermek kaçınılmaz, ne yazık ki... Yine geleceğim... Yine yazacağım... Anlatacak daha o kadar çok hikaye var ki!.. Bekleyin... Lütfen...

11 Nisan 2012 Çarşamba

Sayfa 27

... Yaşı 40 civarında olanlar hatırlar "Beyaz Gölge" dizisini... Tek kanallı siyah beyaz televizyonların 80'li yılların başında fenomen olmuş dizisi. Genellikle zencilerden oluşan bir okul basketbol takımı ve onun inatçı, babacan, "beyaz" koçu, henüz onbir yaşımdayken ben ve benim gibi pek çok çocuğun, basketbol aşkını zerk etmeyi başarmıştı damarlarına. Kız çocuğu olarak, evcilik oynamak, etamin işlemek, Gönen'in geleneksel el işçiliği ile nam salmış iğne oyasını öğrenmek duruken, illa bir spor yapılacaksa, kızlara en çok yakıştığı düşünülen voleybol oynamak, bale yapmak varken, basketbol diye tutturmuştum. Kısa bir süre sonra, Yusuf Mülayim adında bir basketbol koçunun etrafında toplanmıştık, boyu uzun ya da kas yapısı müsait kızlar olarak... İçi yumuşacık, dili peltek ama disipline gelince canımıza okumaktan geri durmayan çok iyi bir koçtu, Mülayim hoca. Büyük abimin arkadaşı da olması nedeniyle, iltimas göstermediğini kanıtlamak için, sanki beni diğerlerinden daha fazla haşlamak zorunda hissederdi kendini. Doğumum sırasında meydana gelen sakatlığım yüzünden sağ kolumu çok iyi kullanamadığım için mecburen solak oluşum, hep bir avantaj sağladı basketbol kariyerimde. Kariyerim dediysem, okul takımlarından daha ileri gidemedi ne yazıkki... Üç yıl boyunca Gönen Ömer Seyfettin Lisesi Kız basketbol takımı olarak pek çok müsabakaya katılmıştık. Her geçen yıl daha da çok bağlandığım basketbola, İstanbuldaki lise yıllarımda da devam ettim. Son sene, bir yandan derslerin ağırlığı, bir yandan üniversiteye girme telaşı, bir yandan okul korosundaki çalışmalar, diğer yandan da her taşın altından çıkmak zorundaymışım gibi atıldığım bütün okul içi faaliyetler bir araya gelince, kalbim daha fazla dayanamadı bütün bu yorgunluklara. Bir gün antremanda müthiş bir baş dönmesiyle yığılıvermiştim yere. Basketbol daha önce de fiziksel olarak bazı sıkıntılar yaratmıştı elbette. Örneğin, pivot oyuncusu olarak ribaunta çıktığım anlarda burnuma gelen toplar yüzünden yamulan kemiklerim, deviasyon ameliyatı   olana kadar sık sık ağır hastalanmama neden oluyordu. Yere yığıldığım o gün, kendime geldiğimde başımda dikilen doktor, kalbimin yorgunluğa dayanamadığını bu nedenle basketbolu bırakmam gerektiğini anlatıyordu anneme... Okul takımlarında da olsa, altı yıllık basketbol kariyerim, yumruğum kadar bir kas yığını yüzünden bitivermişti bir anda...
Üniversiteye başladığım o yıl da yine peşinden gittim basketbolun. Bursa'nın o zamanlar zirvede olan takımı Tofaş'ın maçlarını kaçırmıyor, basketbolcu herkesle bir bir tanışmaya çalışıyordum. Ortak bir payda arıyordum belki de yarattığım çevrede. Sonra bir baktım ki, bir tarafta basketboldan kaynaklanan bir grup, bir tarafta yurt hayatından kazandığım bir grup, bir tarafta okul içinde tanıştığım, sınıfları en az benden iki yıl büyük olan arkadaş grubum filan derken neredeyse bütün okul arkadaşım olmuş... Selam veren herkesi arkadaşım sanıyordum. Ta ki, her biri bir başka vesileyle, tek tek hayatımdan çıkmaya, doğal eleme yoluyla, bir avuç kalıncaya kadar...

9 Nisan 2012 Pazartesi

Sayfa 26

... O yıl şehir içindeki akademi binasından, merkeze 40 km. uzaklıktaki kampüse taşınan okula, şehrin diğer ucundaki yurttan kalkıp gitmek epeyce zahmetliydi.  
İnşaası devam eden kampüste, henüz tamamlanamayan yollar yüzünden, servis adı verilen, yağmurlu havalarda içinde şemsiyelerle oturmak zorunda kaldığımız ikinci dünya savaşından kalma otobüsler, ilerlemekte zorlandığı için çoğu zaman çamurlara bata çıka yürümek zorunda kalırdık. 
Bu, Türkiye'nin resmi bir adetidir. İnşaatı, yolu, çevre düzenlemesi bitmeden binaların ordan oraya taşınması... Gençlere karşı her dönemde dinmemiş bir hınç yüzünden belki de, "nasıl olsa genç bunlar, başa çıkarlar, yürüsün deyyuslar!" mı demek istiyorlardı acaba?
En çok sinirime dokunan şey, özel arabalarıyla kampüse gelip giden öğrencilerin umursamazlığıydı. Gelirken ve hatta erken kararan akşamlarda, dönerken...
"Servisler" öğleden sonra saat 4 oldu mu, yok olurlardı ortadan. İlk zamanlar en son ders olan Almancayı aksatmayayım diye, tüm kampüsü yürüyüp, İzmir yolundan geçen şehirlerarası otobüslere otostop çektiğimi bile hatırlıyorum... Bir kişi de, arkadaşlar hepimiz şehire gidiyoruz, hadi gelin sizi de bırakalım demedi...
Bu yüzden, bir süre sonra saat 4 ten sonraki derslere girmez olmuştum. Almancayı böyle böyle unutma yoluna girdiğimi farketmeden...
Üzerimde cırtlak renkte bir pardesü aynı renkteki gözlük çerçevelerim ve ağzımın kapanmasına izin vermeyen kocaman dişlerimle, muhakkak tanışılması gereken biri gibi dolaşıyordum okulun kantininde... Kantin dediysem, üç beş masa ve çay ocağı gelmesin akla. Galeria mimarisi ile yükselen idari bilimler binasının tüm alt katını kaplayan, ortada içinde ilk zamanlar balıkların bile yaşadığı, uzunca bir süs havuzu ve etrafında dizili piknik masalarını andıran ahşap oturma yerleridir, kantin dediğim... Oturacak yer kalmayınca kaloriferlerin üzerine dizilen, duvar ve havuz kenarı arasındaki dar koridorda, gereğinden fazla yakın göz teması yapmak zorunda kaldığınız öğrencilerin önünden geçmek zorunda kalırdınız, bir uçtan bir uca gitmek için... İşte o dar koridordan hızlı ve uzun adımlarımla geçmeye çalışırken ayağıma çelmeyi takmıştı Şafak. Çocukluğumda sık sık düşmelerim yüzünden yere bu kadar sağlam basmayı öğretmeseydi abim bana, yuvarlanıp düşüverecektim onca öğrencinin önünde...
Ne oluyor, kim bu diye sertçe dönüp baktığımda, ince sakallarıyla kemikli yüzünü geniş göstermeye çalışan cılız, hatta çelimsiz ama bir o kadar sevimli bir şaşkınlıkla yüzüme bakıp merhaba diyen Şafakla tanıştım... Aynı şaşkınlığımı üzerimden atmama fırsat vermeden "sana bir fıkra anlatayım mı" dedi... Hayatımda gördüğüm en saçma tanışma şekliydi bu... Ama karşı koymadım. Şimdi hiç hatırlamadığım komik bir fıkra anlattı. Durmuş onu dinliyordum. Fıkra bittiğinde bir karşılık vermem gerektiğini farkettim ve ben de ona ilkokul yıllarından hafızamda kalan yine çok komik bir şiirle karşılık verdim... O tanışıklık, bir gruba dahil olma, zor zamanlarda yaslanılacak bir omuz ve iş hayatına atılan ilk adımlar anlamında önemli bir dönüm noktası oldu benim için. Şafak benim, kardeşim oldu, arkadaşım oldu, dostum oldu ve hatta babam oldu...

7 Nisan 2012 Cumartesi

Sayfa 25

... Sert geçerdi Bursa'nın kışları... Hele yurdun olduğu bölge! Fırtınanın çıkardığı çığlığa benzer sesler, çakan şimşeklerin pencerede gölgelenen ışıkları, yüksek duvarları üzerinde tel örgülerle güvenli hale getirilmiş binamızın haşmetini olduğundan daha büyük hale getirirdi... Ranzamın alt katında, minik bir kuş ürkekliğiyle uyumaya çalışan Şebnem, başını yorganından çıkarmaya cesaret edebildiği ilk anda bitiverirdi kulağımın dibinde... Adımı fısıldamaya çalışırken duyardım titrek sesini. "Korkuyorum"... Neden bilmem, ben hiç korkmuyordum bu fırtınalı gecelerden ve hayatın bana dayatacağı diğer bütün fırtınalı günlerden! Cesur olmak zorunda hissediyordum kendimi. Sığınacak bir başka ben olmadığı için belki de... Ya da, Şebnemin korkuyor olması güç veriyordu bana... Dedim ya, bütün kötülüklerden koruma içgüdüsü doğuruyordu insanda...
"Hadi gel" dememle ranzaya tırmanıp çıkar, yanıma uzanır ve onu ve korkularını sarmaladığımda dalıverirdi uykuya. O, küçük bir kız çocuğu ve ben de annesi gibiydik, hatta babası!.. Erken kararan akşamlarda yurda dönüş yolunun o malum minibüslerine yetişmeye çalışırken seslendikleri gibi bize...
"Gel abicim, gel abicim..."
Aynı zamanda, lise formasından kurtulup, dilediğim gibi giyinme özgürlüğümü elime almam demekti ya üniversite, sanırım en abartılısından seçiyordum kıyafetlerimi. Al Capon tarzı pardesüler giyer, fötr şapkalar takardım. Cırtlak mavi renkteki kocaman gözlüklerim de cabası... Karanlıkta ve uzaktan bakanın beni erkek sanması doğaldı yani... Abicim, abicim diye seslenen minibüslere yetişebilmek için, uzun bacaklarımla attğım kocaman kocaman adımlarıma koşturarak yetişmeye çalışan Şebnemi kıstırdığım gibi koltuğumun altına, korkusuzca görünerek geçerdik, Bursa gecelerinin içinden...
Artık ayrılmaz ikiliydik. Bölümlerimiz farklı ama, zamanlarımız hep bir aradaydı... Şebnemden başka koltuğumun altına sıkıştırdığım ve okul kantininde gerine gerine okuduğum Cumhuriyet gazetesi yüzünden dikkat çekmememiz imkansızdı elbette... Ali'nin Şebnem'i farketmesi de bundandı, kendisinin daha sonra itiraf ettiği gibi...
Yeni öğrenciler acemilikleriyle bir oraya bir buraya adapte olmaya çalışa dursun, biz büyük sınıflardan arkadaş edinmeye başlamıştık bile... Böylelikle okula dair her türlü tecrübeye, herkesten daha hızlı vakıf olabiliyorduk... Özellikle o yıl mezun olacak olan arkadaşların, başlarını ellerinin arasına alıp, işte bitiyor şimdi ne halt edeceğiz sızlanmaları ışık tutmuştu geleceğe ilişkin planlarımı şimdiden yapmam gerekliliğine... Eniştem sayesinde bağlanan TEV bursu ve annemin her ay gönderdiği paraya rağmen, derhal bir iş bulup aynı zamanda da çalışmalıydım ki, o arkadaşlar gibi mezun olduğumda tecrübesiz çaylak olarak atılmak zorunda kalmayayım hayata...

3 Nisan 2012 Salı

Sayfa 24

... Çeklerim yazıldığında çağırıldığım mahkemede, o gün gerçekleşen bir kanun değişikliği sayesinde hiç yargılanmamam gibi, ya da İgdaş'ın önüme koyduğu o acayip faturayı nasıl ödeyeceğim diye düşünürken, aynı gün kuruldan çıkan af kararında olduğu gibi, işte yine kayıtların kapanmasına üç gün kala, yani yine son anda, annemle birlikte Bursa otobüsündeyiz... Neyseki şehir dışından gelmemiz nedeniyle sıramız öne alınmış ve artık resmen üniversitenin öğrencisi olmayı başarabilmiştim...
Sıra kalacak yerimin ayarlanmasındaydı...
Şehir içinde pek meşhur olan yurtta, geç kalışımız nedeniyle yer bulamamıştık... Bize tavsiye edilen yurda gidebilmemiz için ise, hiç bilmediğimiz bir şehirde, az gittik, uz gittik, dere tepe düz gittik neredeyse. Yol boyunca içinde bulunduğumuz minibüse binenler, inenler annemin göz süzgecinden nasibini alıyor ama bir türlü geçerli notu alamıyordu.. Ağzını bıçak açmadığına göre endişeliydi... Onyedi yaşında ama kendisi için hiç büyümeyecek minik kızını nerelere teslim edecekti? Şimdiye kadar dizinin dibinden hiç ayırmadığı bebeğini, kimbilir neler, kimler bekliyordu gitmeye çalıştığımız şehrin diğer ucunda...
Önümüzdeki dört yıl içinde yaşayabileceğim tüm olumsuzluklar tek tek annemin zihninden geçiyordu eminim... Yurda yaklaştığımızı, inenlerin yerine binen ve ellerindeki kitaplardan, kılık kıyafetlerine, öğrenci oldukları tepeden tırnağa belli olan gençleri görünce anlamıştık.
Şehrin epeyce dışında, etrafını çevreleyen tamirhane, gecekondu gibi yapıların arasında yükselen, geniş bahçesi içindeki iki binanın birinde kızların, diğerinde erkeklerin kaldığı, yeni ve modern görünüşlü bir yurttu burası... Kayıt odasına girdiğimizde sırada bekleyenlerin arasında gördüm onu ilk kez... Bundan sonraki hayatımda varlığından hep gurur duyduğum, yeni hayatımın ilk ama daimi arkadaşlığının, dostluğunun ve hatta kardeşliğinin göz göze değdiği o ilk anda... Oldukça uzun boylu olan babasının yanında, ürkekliğinden dolayı, olduğundan da küçük duran minyon ve zarif kız çocuğunun kocaman gözleriydi ilk dikkatimi çeken. Babası adının Şebnem olduğunu o anda öğrendiğim kızının kaydını bitirmiş ve annemle ayaküstü, çocuklarımızı allah bilir nereye teslim ediyoruz mihvalli bir konuşmaya dalmışlardı ki, sıra bize geldi.
Babamın olmayışı herhalde hayatımda ilk ve son kez bir işe yarayacaktı... Annem, yerlerinin kalmadığını söyleyen görevli hanıma, babamın olmadığını, böyle durumlarda bir ayrıcalığın olması gerektiğini, tek başına burada bırakamayacağı kızını eğer bir yere yerleştiremezse, alıp geri götürmek zorunda kalacağını anlatıyordu... Bir buçuk yılımı geçireceğim yurdun kayıt yapan memuresi, sonraki yıllarda bir daha hiç denk gelemeyeceğim bir hoşgörü ile, peki deyip kaydımı yaptı. İşte yine kaybedilip bulunmuş bir eşşek hikayesi...
O yurdun, bana kazandırdığı pek çok deneyim oldu. 40 x 200 cm lik çelik dolabın içine bütün gençlik heyecanlarımı sıkıştırabilmek, memleketin dört bir tarafından çok değişik alışkanlıkları ve kokuları ile gelen diğer kızlarla ortak bir dil yaratabilmek, belli bir saatten sonra acıkmamayı öğrenmek, elektrikli cezvelerde yapılan ve aynı zamanda su içtiğimiz kocaman kupalardaki kahve fallarına bakmak için hayal gücünü beslemek, sahip olduğum her şeyi paylaşmak, paylaşmayanın yalnız kalabileceğini görmek, kalabalıkta bile, önündeki kitaba konsantre olabilme yeteneğini geliştirmek gibi pek çok şey... Ama hiç biri Şebnemi hayatıma kazandırmasından daha önemli değildi... Her şeye endişeyle bakan gözlerinin altındaki, gülünce, inci gibi sıralı dişlerini bütünüyle açıkta bırakan kocaman ağzından öyle bir ışık yayılırdı ki yüzüne, dünyanın tüm kötülüklerinden korumak isterdiniz onu... Sanki dünyada artık birbirimizden başka bizi koruyacak hiç kimse kalmamış gibi sarılmıştık birbirimize, ilk günden itibaren. Öyle zarif, öyle ürkekti ki, ona zarar gelmesinden duyduğum korkuydu belki de, beni olduğumdan daha cevval bir genç kız olarak değişmeye iten...

1 Nisan 2012 Pazar

Sayfa 23

... Önce biraz nasihat, sonra "kısmet" tevekkülü filan derken, tatil için ablamın ailesinin yanında olduğum Çınarcık'a geç gelen gazeteler yüzünden, sonuçtan ne kadar emin olsam da haberi almaya çalıştığım telefon kulübesinde titriyordum...
Evet, işte olmuştu... Artık "ben" olabilmek için, yol açılmış, oldukça yüksek bir puanla sadece üniversiteyi kazanmakla kalmayıp, kendime ait bir hayatı sahneleyeceğim tiyatro için vizemi de almıştım!..
Her türlü prosüdürü tamamlamak için tek başıma bir o yana bir bu yana koşturarak, gidişimi hızlandırmaya çalışıyordum... Ama en önemlisi, hayatım boyunca hiç bir zaman ilgi duymadığım kimya dersinden geçebilmem için öğretmenler kurulu kararını beklemekti. Öğrenmeye bu kadar meraklı biri olarak, bu dersi hiç sevmeyişimin asıl nedeni, bence zaten dersi kendisi de sevmeyen Mürvet öğretmendi. Her zaman yorgun, bıkkın, herhangi bir şeye gülebilme yeteneğini yıllar önce kaybetmiş olduğu, ders sırasında sürekli uyuklayan halinden belliydi. İnsan bir şeyi eğer kendisi de sevmiyorsa başka birine nasıl sevdirebilirdi ki... Sevmedim, sevemedim ve o dersten son sınıfta nihayet çaktım! Ama üniversiteyi kazanmış olmam, okulun dikkate alması gereken bir konu olduğundan öğretmenler kurulunda bire karşı sekiz oyla mezun olmam onaylandı. Tüm hazırlıklarımı tamamlamış olduğum üniversite kaydımı yapabilmek için kalan son üç günde... Neden böyle oluyordu bilmiyorum. Her türlü işim hep son ana kadar bekliyor, ama sonra muhakkak oluyordu... Doğumumdan beri bu böyleydi. Ölü doğmuştum ben! O zamanın tıbbi şartlarına göre iyi sayılabilir bir hastanede, ilgisini esirgemeyeceğinden emin olduğumuz aile doktorumuz Ali amcanın eline teslim edilmişti annem. Her ortama uyum sağlayabilen ben, annemin karnında ters durduğum için, az daha kaybetmek üzere oldukları annemi kurtarmak için çekip almışlar beni. Boğulmuşum... Nabız yok, kalp atışı yok... "maalesef kaybettik yengehanım, "kız"mış da üstelik"... İki erkek çocuktan sonra, halalarımın annelerine gösterdiği ihtimama gıpta ettiği için, isteye isteye, karar verilmiş doğumuma. Daha doğuma epey zaman varkenden ilan etmiş babam eşe dosta, kızımız geliyor diye... Her doğan çocuğun cinsiyetinin sürpriz olduğu yıllarda, "ayol nerden biliyorsun kız olduğunu" diye işvelenen anneme, "biliyorum, biliyorum ben" dermiş, o anda ameliyathanede yaşananlardan habersiz olan babam... 
Bir kenara attığı cansız bedenim öylece dururken ortalık yerde, hastasıyla ilgilenen doktor Ali amcanın arkasından, yarı baygın haliyle izlemiş annem olan biteni... 
Bir ebe hemşire girmiş tesadüfen ameliyathaneye. Beni alıp evirmiş, çevirmiş. Sonra içeriden birkaç ince boru getirip, sokuşturmuş ağzımdan burnumdan. Çekip çekip, tükürüyormuş, kenarları lacivert, içi beyaz çinko kaseye.
Bir süre sonra, ameliyathane, "yaşıyor doktor!" çığlıklarıyla inlemiş... Ne doktor Ali amca, ne annem, ne de diğerleri inanamamış benden çıkan ıngaa nidalarına... Bir sevinç alaborası sarmış sedyenin etrafını. Ali amca, bütün hastaneyi dolaştırmış beni göstermek için. "Vallahi ne nabzı vardı, ne de kalbi atıyordu, ölüydü resmen, bakın bakın mucize çocuk bu"...
İşte böyle, dünyaya geldiğim ilk andan itibaren allah bana eşşeğimi önce kaybettirdi, sonra buldurdu. Sevdiği kuluna yaparmış bir rivayete göre. Buna bir de ben inanabilsem!...

29 Mart 2012 Perşembe

Sayfa 22

... İşte vakit gelip çatmıştı. Artık lise ve ona bağımlı hayat bitiyor, kulağıma zaman zaman fısıldanan, "yakında üniversiteye başlayacaksın, özgür olacaksın" cümlesiyle vaad edilen günler yaklaşıyordu... Lise biterken tökezlediğim, hayatım boyunca hiç bir zaman ilgi duymadığım tek ders olan kimya yüzünden stresli bir kaç gün geçirmiş olsam da, ilk kez, kendi irademle aldığım kararın bilinmeyen sonuçları beni gerçekten heyecanlandırıyordu... Pek tabii olarak annem ve ailedeki herkes, İstanbul'da bir okulu kazanacağımı ve annemin dizinin dibinde, yine sabah dualarla uğurlanıp, akşam sevdiğim yemeklerle karşılannacağımı düşünüyordu. Oysa ben, biran önce kendime ait bir hayatı yakalamak üzere, tıpkı nereye gittiğini bilmeden binilmiş bir otobüste, camdan dışarıyı seyrederken gördüğü herşey karşısında hayretlere düşen bir yolcu gibi sadece gitmek istiyordum... Cesur ama cahil bir tavuk gibi çitten atlamayı istiyor ama çiftliğin etrafından çok da uzaklaşmayı göze alamıyordum. Sanki İstanbul dışında üniversitesi olan tek şehir orası imiş gibi, ağabeylerimin de mezun olduğu Bursa'ya gitmeyi şimdilik sadece hayal ediyordum... İlkokula başladığım ilk günden, liseden mezun olduğum son güne kadar hiç kimse, ne derslerime herhangi bir yardımda bulunmuş, ne de aldığım bir nota itiraz etmişti. Neredeyse kendi kendime okumuş, kendi kendime mezun olmuştum. Doğal olarak üniversite için önceden doldurduğum okul seçme listesine bakmak da, kimsenin aklına gelmemişti. Fakat bu listenin onbirinci sırasına Bursa Uludağ Üniversitesini yazdığımı itiraf ettiğimde, ev halkı büyük galeyana gelmiş ve zinhar şehir dışı bir okula gitmemem konusunda yoğun baskı altına almıştı beni. Özellikle küçük ağabeyim annem tarafından görevlendirildiği çok belli bir şekilde, şehir dışında yalnız bir hayatın zorlukları konusunda, kısa ve öz bir konuşma da yaptı benimle. Özetle "Yapamazsın" diyordu. Her zamanki gibi, söz dinleyen uysal bir kız çocuğu olarak, isteklerine boyun eğdiğimi hissettirmiştim onlara. Aslında o gün, sınavın başlamasını beklerken oturduğum okul sırasından dışarı baktığım ve içimin büyük bir gitme ateşiyle yandığı o ana kadar kendim de buna ikna olmuştum... Zaten mevcut bilgimle onbirinci sıraya gelene kadar yukarı sıralardaki herhangi bir İstanbul okuluna girmemem işten bile değildi. İşte başlıyorduk! Okunmuş pirinçlerim cebimde, suyum, şekerim, kalemlerim, silgim, velhasıl her türlü teçhizatımla, geleceğim için en dik yokuştan aşağıya salıvermek üzereydim kendimi. Sorular dağıtılmış, sınav başlamıştı. Bir bir soruları yaparken, annemin sınav tecrübesi edinmem için gönderdiği 15 günlük hızlandırılmış kursta öğretildiği gibi, bir yandan da puanlarımı hesap etmeyi ihmal etmiyordum. Puanım yeterli bir seviyeye gelince durdum, kalemimi bıraktım ve daha fazla soru işaretlemeden belki de verdiğim karardan dönebilirim korkusuyla sınav kağıdımı teslim ettim gözlemci hanıma. Yüzüne şöyle bir baktım. Sonra şüpheli bakışlarına emin bir göz kırpmasıyla karşılık verip, "seni de geçmişimde bırakıyorum" dercesine, hafifçe gülümseyerek onunla da vedalaştım. Sınav yerine gelmem için bana eşlik eden büyük ağabeyim ve nişanlısı, okulun bahçe duvarına oturmuş bekliyorlardı. Derin bir nefes alıp, yanlarına gittim. Ağabeyim beni o kadar erken beklemiyordu ki karşısında görünce telaşlanıp bir sorun mu var diye sorabildi kocama açtığı gözleriyle... "nasıl geçti?"
Bildik sükunetim yanıbaşımdaydı yine... "İyiydi, Bursa'ya gidiyorum"...