...Gönen'
e sığışalı henüz 2 yıl olmuştu ki, ilkokula başladım. Şehit Rahmi
İlköğretim Okulu. Geniş bahçesi içinde çam ağaçları arasında, sarı,
sıcak bir bina. Nedense o yıllarda tüm devlet okulları ve hatta
hastaneler de sarıya boyanırdı... Neden sarı? Halbuki sarıyı, solgun
yüzüyle, "ilim-irfan" yuvası adledilen okullara hiç de yakıştırmıyorum.
Tazecik, beyinlerin ilk şekillendiği, tıka basa bilgilerle bir zaman
sonra lağıma dönecek minicik insanlar için daha neşeli bir renk
seçilemez miydi? Bu kimin kararıydı? Belki de sırf bu yüzden sarı, bana
daima hüznü hatırlatır... Yaş 7... O yıla kadar
pek de yokluğunu hissetmediğim "baba" olgusu, adeta öğrenci/öğretmen
herkesin ağzından çıkıp, okulun duvarlarına, oradan da tokat gibi
yüzüme yüzüme vurmaya
başlamıştı işte. Tokadın adı: Senin baban ne iş yapıyor? Evet, herkesin
babasının bir işi vardı, herkesin babası "vardı"...
Tek tesellim,
her sabah okula giderken mahallemizden çıkıp da döndüğüm
köşede babamın saklanıyor olma ihtimaliydi! Evden hızlı adımlarla bir
solukta o köşede bulurdum kendimi, yavaşça yaklaşır köşeden sokağın
devamına bakardım. Kalbimin küt küt attığını şimdi bile
duyumsayabiliyorum. Ne kadar sürdüğünü şimdi
hatırlamadığım kadar uzun süren yıllar boyu, babamın o köşeden çıkıp,
"cee sana şaka yapmıştım, bak işte burdayım, geldim" demesini bekledim.
Ne büyük umuttu! Ama gelmedi...
Sanırım, artık gelmeyeceğini
anladığım o günden sonra tanıdığım her erkeği, baba yerine koymaya
çalıştım bilinçsizce... Belki de sırf bu yüzden, kızlardan daha çok
erkek arkadaşım, erkek sırdaşlarım, hatta koca"lar" ım oldu... Halbuki
hiçbiri babam değildi, olamazdı, bir baba kızına bu kadar hayal
kırıklığı yaşatamazdı... Hiçbir baba kızını bu kadar yalnız
bırakamazdı...
Neyse ki, her dönem başarılı bir eğitim hayatım
oldu. Kimse baba lafını ağzına almazsa işler yolunda gidiyordu. Ama
nedense hep o çok kritik anlarda "senin baban ne iş yapıyor" sorusu,
gelip beni bulurdu... O zaman da, ya arkamı dönüp, oradan uzaklaşır, eve
dönünce sessizce annemin dizine yatıp ağlardım ya da engel olunamaz bir
şekilde, burnum kanardı... Evet ya, burnum kanardı!
Parasız
yatılı okulu sınavlarında da aynı şey oldu. İlk sınavda Türkiye
sıralamasına girmişken, ikinci sınavda, sınıftaki gözetmen durduk yere
bana o meşhum soruyu sordu ve, bingo! Yine aniden burnum kanamaya
başladı. Tuvalete gitme zorunluluğum doğduğu için de sınavı terk etmek
zorunda kaldım. Sonrakilerinin yanıda önemsiz kalsa da sanırım bu,
anneme yaşattığım ilk hayal kırıklığıydı... Sınav için
Gönen'den Balıkesir'e kalkıp gelmişken, büyük umutlarla, kapılarda
heyecanla bekleşen diğer anneler arasında gururla dikilirken, olacak şey
miydi bu? Sadece saçımı okşayıp, "olsun" dedi...
Gönen'in en
iyi terzisi Leman teyzeye diktirdiğimiz, etek uçlarında pötikare
biyeleriyle, beni ağabeylerimin küçülmüşlerinden farklı gösteren, beyaz,
keten etek ve yelek takımım
kırmızı lekeler içindeydi... Sınavı terk etmek zorunda kaldığıma hiç
üzülmedim, elbisemin bir daha o lekelerden kurtulamayışına üzüldüğüm
kadar...
İlginç olan bu olaydan 3 yıl sonra, hiç hesapta yokken
İstanbul' a taşınmamız ve eğer o sınavı kazansaydım yatılı olarak
okuyacağım okula, gündüzlü kayıt yaptırabilmemizdi...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder