Sayfalar

13 Mart 2012 Salı

Sayfa 15

İstanbul gerçekten çok büyüktü… Ziyaret amaçlı geldiğimiz birkaç seferde bunu farketmemiş olmam da ilginçti hani! Ben şimdi yolumu kaybetmeden okula nasıl gidip gelecektim? En büyük korkum bu olmuştu. Ya otobüslerin numaralarını birbirine karıştırırsam? Ya evin yolunu bulamazsam? Okula gitmek için , uzunca bir yolu yürüyerek geçtikten sonra çıktığım ana caddeden,  otobüse binmek zorundaydım çünkü… Ondört yaşındaki bir kız çocuğu için İstanbul bundan daha büyük tehlikeler barındırıyordu elbette … Ama annemin koruyucu ve kollayıcı baskısı, hayatıma öyle bir duvar örmüştü ki, bana hiçbir tehlikenin yaklaşması mümkün değildi sanki… Okul arkadaşlarımla bırakın sinemaya, müzeye bile gitmek annem için olası bir tehlikye yaklaşmam demek oluyordu ki, bunlara liseyi bitirene kadar neredeyse hiç izin vermedi.  Zaten gizli gizli sınırı biraz aşmayı ne zaman denesem, mutlaka ona yakalanırdım… Liseyi bitirene kadar sadece iki kere okulu kırmayı denesem de, ikisinde de anneme yakalanma talihsizliğini yaşadım… Gönenden ayrılmadan önce benden aldığı söz ve verdiği bütün talimatlar aklımdaydı ama, eh ben de büyüyordum artık. Kanım kaynıyor, meraklarım artıyordu. Ergenlik yaşlarının kimi zaman hırçın, kimi zaman romantik rüzgarları benim başımda da esecekti er ya da geç… Neyseki, “geçici” bir süre için burdaydık…  İlk üç yılımızı, hep evimize, Bandırma’ya geri dönüş hayaline inanarak geçirdik …  Ben anlamıştım, ağabeyim zaten buralı olmuştu bile. Oysa annemin, içinde oturmanın hiç mümkün olamadığı Bandırmadaki evine bir daha hiç dönemeyeceğini ve  İstanbul adlı çukurdan bir daha asla çıkamayacağını anlaması tam onsekiz yılını aldı… Onsekiz yıl kiracısı olduğumuz bu ev, aslında ağabeyimin bekar oturacağı hesaba katılarak tutulmuş bir evdi. O bakımdan çok da özenli bir ev sayılmazdı. Hatta, Bandırmadaki evimiz için alınmış yepyeni eşyalar bu evde biraz sırıtıyor gibiydi de… Geniş bir salonu olmasına rağmen, iki odalı oluşunun faturasını yine evin küçüğü olarak ben ödemek zorundaydım… 14 yaşımdaydım ve hala kendime ait bir odam olamamıştı… Virginia Woolf’un “Kendine Ait Bir Oda” adlı kitabını kitapçıda görür görmez sarılışım, ağabeyimin İstanbul’da tanıştığı ilk kızla evlenmek isteyişini, canı gönülden destekleyişim, biraz da bundandı… Koşuyolu’nun parmakla sayılacak kadar az olan sitelerinden birindeydi evimiz. Henüz alışveriş merkezlerinin, konak adı verilen lüks konutların yapılmadığı, bir banka şubesi, bir tüpçü, bir pastane, bir postaneden ibaret  küçük bir çarşısı vardı. O zamanlar etrafı yeşil arazilerle çevrili, iki katlı müstakil evlerinde emekli hayatlarının sürüldüğü sakin bir yerdi Koşuyolu… Şimdi milyon dolarlara satılan o iki katlı müstakil evlere dönüp bakmazdık bile. Zaten öyle bir yerden kurtulup gelmemiş miydik? Apartmanda oturma hayali tüm çocukluğumuzun düşü değil miydi? Üstelik artık ekmek almak için annemin baygınlık geçirmesine de gerek yoktu. Artık bir kapıcımız vardı…              

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder