...Bahçenin demir kapısından girince dar bir beton koridorun iki
yanındaki tarhlarda güller ve çeşitli çiçekler karşılardı bizi. Hemen
arkalarında sol tarafta annemin ektiği ağabeyimin suladığı, biberler ve
domatesler, sağ tarafta margarita papatyaları ve harikulade bir çam
ağacı... Beton koridoru bitiren verandada asma ve ayva ağaçları.
Ağaçların boyu oldukça kısa ama meyveleri öyle ağırdı ki, altındaki
divana oturunca etrafınız adeta bir kafese girmiş gibi dallarla
çevrilirdi. Oturduğunuz yerden koparıp iki avucunuzda ovalayarak
temizleyip, afiyetle yiyebildiğiniz ayvalar... O yıl ne kadar çok olursa
kış mevsiminin de o kadar çetin geçeceğini öğrendiğimiz ağaçlar... Arka
bahçe ayrı bir cümbüş. Altı çeşit elma ağacı ve bir de kış armudu. O
kadar çoklardı ki ve varlıkları o kadar doğaldı ki, henüz olgunlaşmasını
beklemeden sepetlere doldurup elma savaşı yaptığımızı anlatsam
inanmazsınız... Annem İstanbul'a taşındığımız ilk hafta pazardan parayla
elma aldığında oturup ağlamıştı... Çocukların yeşilken kemirip
oynaştığı, iki ısırıkta atabildiği, tabaklara doldurulup komşulara
dağıtıldığı, kompostoların yapıldığı elmalar, kiloyla alınmanın
ızdırabını uzunca bir süre yaşattı anneme... Herşeyin kıymeti
kaybedilince anlaşılıyor, elmalar gibi...
Arka bahçemiz aynı
zamanda fizik tedavi ve rehabilitasyon merkezi görevini de üstlenirdi...
Doğuştan hizası yamuk olan kolumu düzeltebilmenin çözümünü, içine
büyükçe taşların konduğu sepetle, bahçeyi bir baştan bir başa
dolaştırmakta bulmuştu annem... İşe yaradı doğrusu. Şimdi kolumu
sorunsuzca kullanabiliyorsam bunda, o bahçenin payı büyük ve tabi
annemin eşsiz çözüm zekasının...
Mahallemizdeki tek apartman-ki
sadece 3 katlıydı- doktor Cevat amcaların evine bakıp bakıp, birgün
yeniden apartmanda oturma hayalini kurduğumuzu düşünüyorum da komik
buluyorum bu çocukluk düşünü... Oysa şimdi, sefer tası misali binalarda
otururken, o bahçede yeniden lavanta, hercai, çekirdek ve yemek
kokularının birbirine karıştığı rayiah içinde olmak için neleri feda
edebilirdim?
Kurtarılmış bölgeydi bizim bahçemiz. Evinde
babasından, annesinden korkusuna içilemeyen sigaralar bizim bahçede
içilirdi, maşınga üzerinde demlenen çay eşliğinde... Başka evlerde
konuşulması yasak olan devrim hayali, bizim bahçede hayat bulurdu...
Şiirler bizim bahçede okunur, namuslu kavgalar bizim bahçede
yapılırdı... Halk evi gibi bir yerdi... Orada öğrendim mutluluğun, bir
kesekağıdı çekirdek bir demlik çay olduğunu, dostça muhabbetlerin
tadını, güven duymanın sırrını, kadın ve erkek cinsinin sadece ateşle
barut olmadığını, pekala kolkola yürüyebilen dostlar, yan yana yaşanan,
sırt sırta dayanabilen "arkadaş"lar olabileceğini...
Ve orada
öğrendim, hiç oyuncaksız da oyunlar kurulabileceğini, çamurdan heykeller
yapmayı, toprağa saplanan bir çiviyle kaç çeşit oyun oynanabileceğini,
yağmurdan sonra ortaya çıkan solucanların toprak için ne kadar faydalı
hayvanlar olduğunu, ağaca tırmanmayı, düşünce şişip moraran yerine
çiğnenmiş ekmek koymayı, elini dayayıp çeşmeden su içmeyi, akşam
ezanının yemek saati demek olduğunu, dökülen gül yapraklarını su dolu
şişelere bastırıp esans yapmayı...
Yaşı 40 ları aşan her yetişkin
gibi, özlemle anmamak mümkün mü o yılları? Elimizde hayal gücümüzü
besleyecek ne kaldı ki? Bize sunulan teknoloji çöplüğünden başka. Sahi
modası geçen telefonlar, yerine LCD lerini koyduğumuz tüplü
televizyonlar, merdaneli çamaşır makineleri, kurmalı saatler, hangi
çöplükte şimdi... Apartman görevlisi temizlemezse eğer, üzerinden
atlayıp geçtiğimiz kapılarımızın önünü ne zaman terkettik?...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder