Sayfalar

9 Nisan 2012 Pazartesi

Sayfa 26

... O yıl şehir içindeki akademi binasından, merkeze 40 km. uzaklıktaki kampüse taşınan okula, şehrin diğer ucundaki yurttan kalkıp gitmek epeyce zahmetliydi.  
İnşaası devam eden kampüste, henüz tamamlanamayan yollar yüzünden, servis adı verilen, yağmurlu havalarda içinde şemsiyelerle oturmak zorunda kaldığımız ikinci dünya savaşından kalma otobüsler, ilerlemekte zorlandığı için çoğu zaman çamurlara bata çıka yürümek zorunda kalırdık. 
Bu, Türkiye'nin resmi bir adetidir. İnşaatı, yolu, çevre düzenlemesi bitmeden binaların ordan oraya taşınması... Gençlere karşı her dönemde dinmemiş bir hınç yüzünden belki de, "nasıl olsa genç bunlar, başa çıkarlar, yürüsün deyyuslar!" mı demek istiyorlardı acaba?
En çok sinirime dokunan şey, özel arabalarıyla kampüse gelip giden öğrencilerin umursamazlığıydı. Gelirken ve hatta erken kararan akşamlarda, dönerken...
"Servisler" öğleden sonra saat 4 oldu mu, yok olurlardı ortadan. İlk zamanlar en son ders olan Almancayı aksatmayayım diye, tüm kampüsü yürüyüp, İzmir yolundan geçen şehirlerarası otobüslere otostop çektiğimi bile hatırlıyorum... Bir kişi de, arkadaşlar hepimiz şehire gidiyoruz, hadi gelin sizi de bırakalım demedi...
Bu yüzden, bir süre sonra saat 4 ten sonraki derslere girmez olmuştum. Almancayı böyle böyle unutma yoluna girdiğimi farketmeden...
Üzerimde cırtlak renkte bir pardesü aynı renkteki gözlük çerçevelerim ve ağzımın kapanmasına izin vermeyen kocaman dişlerimle, muhakkak tanışılması gereken biri gibi dolaşıyordum okulun kantininde... Kantin dediysem, üç beş masa ve çay ocağı gelmesin akla. Galeria mimarisi ile yükselen idari bilimler binasının tüm alt katını kaplayan, ortada içinde ilk zamanlar balıkların bile yaşadığı, uzunca bir süs havuzu ve etrafında dizili piknik masalarını andıran ahşap oturma yerleridir, kantin dediğim... Oturacak yer kalmayınca kaloriferlerin üzerine dizilen, duvar ve havuz kenarı arasındaki dar koridorda, gereğinden fazla yakın göz teması yapmak zorunda kaldığınız öğrencilerin önünden geçmek zorunda kalırdınız, bir uçtan bir uca gitmek için... İşte o dar koridordan hızlı ve uzun adımlarımla geçmeye çalışırken ayağıma çelmeyi takmıştı Şafak. Çocukluğumda sık sık düşmelerim yüzünden yere bu kadar sağlam basmayı öğretmeseydi abim bana, yuvarlanıp düşüverecektim onca öğrencinin önünde...
Ne oluyor, kim bu diye sertçe dönüp baktığımda, ince sakallarıyla kemikli yüzünü geniş göstermeye çalışan cılız, hatta çelimsiz ama bir o kadar sevimli bir şaşkınlıkla yüzüme bakıp merhaba diyen Şafakla tanıştım... Aynı şaşkınlığımı üzerimden atmama fırsat vermeden "sana bir fıkra anlatayım mı" dedi... Hayatımda gördüğüm en saçma tanışma şekliydi bu... Ama karşı koymadım. Şimdi hiç hatırlamadığım komik bir fıkra anlattı. Durmuş onu dinliyordum. Fıkra bittiğinde bir karşılık vermem gerektiğini farkettim ve ben de ona ilkokul yıllarından hafızamda kalan yine çok komik bir şiirle karşılık verdim... O tanışıklık, bir gruba dahil olma, zor zamanlarda yaslanılacak bir omuz ve iş hayatına atılan ilk adımlar anlamında önemli bir dönüm noktası oldu benim için. Şafak benim, kardeşim oldu, arkadaşım oldu, dostum oldu ve hatta babam oldu...

2 yorum:

  1. Bizi de böyle şehrin göbeğindeki akademi binasından alıp İzmir'in ta kenarında tepeye bırakmışlardı son senemizde. Soğumuştum okuldan. Diplomamı bile almaya gitmedim çıkış belgesini aldıktan sonra.

    YanıtlaSil
  2. Aynen Vladimir, ben mezun olalı tam 21 yıl oldu, hala gidip diplomamı almadım okuldan..

    YanıtlaSil